ilkcoskun@hotmail.com

22 Ekim 2019 Salı

Yazar Prof Dr. Bilal Kemikli ile Mülakat


Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Araştırmacı Yazar Eğitimci Prof Dr. Bilal Kemikli* ile
Kitap, Edebiyat, Kültür ve Hayata Dair söyleşi
Mülakat Soruları: İlkay Coşkun
Güneysu Dergisi, Sayı 124, Güz 2019

Yoğun iş temponuz arasında söyleşi talebimi olumlu karşıladığınız için teşekkür ederim. Sizin akademisyenlik, dekanlık yönünüzden ziyade edebiyatçı yönünüzle ilgili söyleşimiz olacak ancak her eğitimcinin gelmek isteyebileceği bir görevdesiniz. Bu görevde olmayı çok istediniz mi? Rutin yürütmenin dışında farklı ne tür yaklaşımlarınız var?

Estağfirullah, ben teşekkür ederim; sizler lütfettiniz bir söyleşi, bir sohbet imkanı oluşturdunuz... Evet, idari görevler gelip geçicidir. Aslolan geride kalan işlerdir. Sanat ve edebiyat, geride iz bırakmanızı kolaylaştırıyor. Bu anlamda eğitimcilik de bir sanattır. Öğretmenlik mesleği kelimenin tam anlamıyla bir sanatkârlıktır. Bu bakımdan akademisyenlik, bilimsel araştırma ve incelemenin yanında, öncelik itibariyle hocalıktır, öğretmenliktir. Dolayısıyla akademik yönü de sanatla ilişkilendirmek mümkündür... Oradan bakarak da konuşabiliriz. Ama ben sizin çizdiğiniz yolda ilerleyeyim.

Şunu soruyorsunuz: Bu görevde olmayı çok istediniz mi? Temel bir soru… Görevden maksat akademisyenlik ise, evet bu çileli yolun tâlibi oldum. Akademik yol, dışardan güllük gülistanlık gibi görünebilir ama özü itibariyle meşakkatli, çetin bir yoldur. Bütün gününüzü alan, hayatınızın bütün aşamalarını ve evrelerini kuşatan bir yol. Siz tohum olacaksınız, toprak altında yok olmaya kararlı bir tohum; ama zamanla o “yokluk” hâli meyveye duracak… İnsanlar tatil yaparken, sizin tezinizle veya makalenizle meşgul olmanız icabeder. Akşam evde biraz nefes aldıktan sonra yine bir köşeye çekilir ya okur ya da yazarsınız. Siz zamanınızı, varlığınızı, ömrünüzü verirsiniz… Ama bu sizinle sınırlı değildir; çoluk çocuğunuzun da orada payı vardır. Mesela hafta sonu evdesinizdir, çocuk sizinle bahçede top oynamak ister ama siz yarın bir dersiniz vardır, onu hazırlamakla meşgulsünüzdür. O çocuk ona ayıramadığınız zamanlar içinde büyür. Bir de geriye dönüp bakarsınız, yazılan yazılar, kitaplar ve mezun olan öğrencilerin vardır ama birlikte oyun oynayamadığın çocuğun da kenarda kendi köşesinde büyümüştür… İşte budur akademisyenlik. Daha başka konular da var ama izninle oralara girmeyeyim.

Meşakkatlidir; lakin onurlu bir meslektir. Araştırmak, öğrenmek, anlamak, anlatmak… Yarınları kurarsınız derslikte yahut bir derginin sayfalarında. Bu millete hizmet etmenin güzelliği var. O bakımdan yeniden hayata başlasam yine ilim yolunda devam etmek isterdim. Nitekim sevginin olduğu yerde meşakkat olarak andığımız hususları kolayca aşıyorsunuz.

Eğer siz burada dekanlık makamını soruyorsanız, inanın bu görevin tâlibi olmadım. Ben daha evvel de bir fakültenin kurucu dekanıydım; yeni bir eğitim kurumunu milletimin hizmetine sunma vazifesi tevdi edilmişti… Aşkla o görevi yerine getirdim. Lakin bu vazifenin ikinci defa tarafıma tevdi edilmesi hususunda talebim de olmadı, özel bir çabam da. Böyle takdir edildi, münasip görüldü, biz de aldığımız terbiye gereği verilen görevi en iyi şekliyle ifa etmenin yolunu yordamını aramak durumundayız. Çalışıyoruz; iyi şeyler olsun diye… Çalışacağız. Ağlığımız elverdiği ölçüde çalışacağız. Fakat şunu söyleyeyim, ilim yoluna esas olan “ilmi” çalışmadır. Ne demek istiyorum? Şunu: Esas olan hocalıktır; idarecilik arızî bir iş. Arızî yani gelip geçici. Bu bir nöbettir, bu nöbeti tutma vazifesiyle memur edilmişiz, yapacağız. Ama aslî işimize, okumaya ve yazmaya daha çok vakit bulalım diye bu sürenin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasını bekleyeceğiz.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince şunları söyleyeyim: Bendeniz eğitim idaresinde temel aldığım ilkeleri 3T ile formüle ediyorum. 3T’den murat nedir? Tebessüm, takdir ve teşviktir. Çünkü yaptığımız iş her ne kadar bürokratik bir vazife olsa da özü itibariyle ilmi hayatı ve eğitimi tanzim eden bir vazife olması hasebiyle daima rutinin dışında olmamız icabeder. Ekip çalışmasıyla yol almalıyız. Fakültede yayın, proje ve eğitim faaliyetlerinin kalitesini buyurgan bir eda ile artıramazsınız. İdare ettiğiniz kesim seçkin bir topluluktur. Onların rızasını da alarak ortak bir amaca yönelmenin yolunu aramanız lazım. “Ben yaptım, oldu”, diyemezsiniz. Birlikte bir şeyler yapacağız. Bu 3T formülü bunu temin ediyor. Samimi bir tebessüm, yerinde takdir ve endişeyi izale edecek bir teşvik tıkanan sistem içinde bütün yolları size açacaktır. Bihakkın açmasa da, meseleye makul ve müspet bakmayı telkin edeceğinden kaliteyi artıracaktır.

Sayın hocam, akademik çalışmalarınız dışında yirminin üzerinde yayınlanmış kitabınız var. Kitaplarınız okurlarla buluşmasının ardından ne tür tepkiler alıyorsunuz? Yazmak hayatınızın neresinde?


Teşekkür ederim; ama benim eserlerimin ekseriyeti ilmi, akademik çalışmalarımla alakalıdır. Evet, deneme yazıyorum; ama bu külliyatım içinde bir yekün oluşturmaz. Şöyle tasnif edeyim, üç deneme kitabım var: Şehir Hayat ve Derviş, İnsan Deniz ve Hayat ve Ramazan Güzellemeleri. Bir de mektup türünde Mevlana’nın Kalbine açılan Kapı (Mesnevî Mektupları) var. Bunların dışında son yıllarda popüler olan nasihatname tarzında Oğul Sen Sen Ol ve Sen Sen Ol Sevgili Kızım isimli kitaplar var. Bu altı kitaba bir de son yıllarda bir hatıra tarzı eser girdi: Memleket yazıları/ Çiğdem Der ki Ben Alayım. Bunlar edebi zevkle yazdığım kitaplar. Ama temelinde yine kendi alanımın birkimi var. Akademik anlamda arkeoloji yapmadan deneme yahut diğer edebi eserler ortaya çıkmıyor. Belki bu benim kanaatim; fakat hakikatte de öyledir. Ciddi bir hazırlık evresi geçirmeniz lazım yazmak için. Meseleye buradan bakınca, seksenli yıllarda ilk yazımı yazmışım... Seksen beş yahut seksen altı. O vakit bir lisans öğrencisiyim. Lakin sıradan, sadece okulu bitirme niyetinde olan bir öğrenci değil. Yazarak var olma çabasında bir öğrenci düşünün. Neyi, niçin ve nasıl okuduğunun ayrımında olursanız yazı da gelir. O bakımdan yazmak benim hayatımın belirleyici vasıflarından biridir. Daha doğrusu okumak, yazmak ve konuşmaktan başka bir numaram da yok. Ha, bir de çay içmeyi severim... Kebabı da. Başka? Başka bir numaramın olmadığının ayrımındayım. Beceriksiz miyim? Bilemiyorum. Fakat yetişme şeklim de çocukluğumdan itibaren hemen hemen böyle.

Bizim gibi yazarların yazarlıktan önce hocalığımız ön plandadır. Öğretmek isteriz. Vazifemiz budur. O bakımdan yazdıktan sonra müsbet yahut menfi tepkinin peşinde olmayız. Ama sıkı eleştirilerin olmasını arzu ederim. Tenkit tekamüle sebep olur. Maalesef bizde makul tenkitler pek yapılmaz; ya göğe çıkartırız, yahut yerin dibine sokarız muhatabımızı. Ama şu kadarını söyleyeyim: Yazarak geçimini temin eden bir kişi değilim; fakat yazdıklarım da muhatabına ulaşıyor. Bunu görüyorum.

Şiir ve diğer edebi ürünlerde metafizik/mistik ve gelenek unsurlarının yer almasına yönelik olarak düşüncelerinizi alabilir miyim? Din, inanışlar, sosyoloji ve tarihin edebi ürünlere yansımalarını nasıl görüyorsunuz?

Sanatın temelinde din vardır. Daha açık bir ifadeyle sanat dini ayinlerden neşet etmiştir. Şamanı düşünelim; o rakseder, neşideler okur... Şairdir, musikişinastır, rakkastır. Bu bizde “ozan” olarak değişim gösterdi. Ozan, aşık hem yazar, hem söyler, hem de icabında çıkar rakseder. Kıssalar anlatır, destanlar söyler... Sekülerleştikçe sanat dinden uzaklaşmaya başladı. Oysa temelinde din var. Daha da önemlisi duygu var. Duygunun olduğu yerde metafizik de olacaktır. Duygu, bizim hislerimiz, kaygılarımız, umutlarımız, hayallerimiz, rüyalarımızdır. Hatta coşkumuz, hazzımız, korkumuz... Sanatkar duygusundan azade eser terennüm edebilir mi? Bu bakımdan işin tabiatında sanatın insan merkezli olması sözkonusu. İnsan, fizik ve metafizik düzlemin buluştuğu varlıktır. Şair, o varlığı çözmek için çaba sarfedecek, ona aklıyla olduğu kadar hissiyle de yaklaşacaktır. İster istemez din, inanışlar ve kültürel miras bu yaklaşımda belirleyici rol alacaktır.

Bu insan değil de mesela bir ağacı anlatsanız bile, bir akan suyu, uçan kuşu... Orada da metafizik olacaktır. Yunus’un çiçekle yahut bir su değirmeniyle konuşmasını hatırlayalım. Varlıkla konuşmak, sadece beş duyu il sınırlı bir konuşma değildir; ona içerden bakarak da seslenmek icabeder... İç bakış. Şiir oradan neş’et ederse kalıcı olur. Şarkı da öyle. Matematiksel bir işlem yapmıyoruz; rakamların imlediği zahiri mananın ötesinde başka bir mana arıyoruz.

Şiir, edebiyat ve kültür bağlamında insanımızın halk irfânını,  irfâni bakış açılarını, irfâni değerlerini örneklendirebilir misiniz?

Bu uzun bir cevabı gerektirir. Şiir ve İrfan kitabında bu konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır. Halkın irfanı, türkülerdir, atasözleridir, manilerdir, halk hikayeleridir... Halk okumuyor, yazmıyor belki ama dinliyor, tecrübe ediyor ve gözlem yapıyor. Varlık kitabını okuyor. Şimdi okuma yazma bilmeyen bir ozanımızın türküsünü, mesela Veysel’i kaç doktora yapmış ilim adamı söyleyebilir... Neşet’in deyişlerini mesela? Halkı küçük görenler, yıldızların isimlerini bilmez, kır çiçeklerini tanımaz. Yıldızlarla söyleşen, çiçeklerle dertleşen bir halk irfanına sahibiz.

Coğrafya ve iklim olgusunun kültüre etkileri hakkında neler söylersiniz?

İbn-i Haldun’un nazariyesi, malum... Coğrafya bizim kaderimiz de oluyor. Sivas’ın, orta ve doğu Anadolu’nun aylarca süren kışını yaşamayanlar Ahmet Muhip’in Kar şiirinden ne anlam çıkaracak? Yahut Uludağın esintisinden nasiplenmemiş, yaylalarında akan serin sulardan tatmayanlar Lamii Çelebi’ye nasıl anlam yükleyecekler? Coğrafya, tabiatı, bitki örtüsü, hava şartları gibi unsurlarla sanatçının muhayyilesini süslediği gibi şahsiyetini de inşa eden etkin bir faktör olarak karşımıza çıkar.

Eğitimin içinde olan ve edebiyata katkı sağlayan biri olarak edebiyat dünyasının bazı alanlardaki daralmaları, küçülmeleri akabinde daha az okuyor olmamızı neye bağlıyorsunuz?

Daha az okumayı tartışmayalım... Ben daha az dinliyoruz, diyorum. Çünkü kültürümüz söze dayalıdır. Söz de yazıdan çok konuşmaya... Dinlemeyi unuttuk. Şehir hayatı, dinleyecek insanlardan bizi uzaklaştırdı. Hoş hikayemizi anlatan Dede Korkut varisleri de modernleşme sürecinde yokluğa mahkum oldu. Hikaye anlatıcılarımız azaldı veya yok.

Göç, kırsaldan şehre, oradan da büyük şehre doğru evrilen uzun hikayemiz bizim... Modernleşme süreci ise bir başka hikaye. Bu hikayelere girmeyeceğim; fakat şunu söyleyeyim: Kültür değişmeleri yaşayan toplumlar, hususen bizim gibi hızlı ve zorunlu kültür değişime maruz kalan milletler kendi özlerine karşı yabancılaşırlar. Özüne yabancılaşmış bir münevverden de geniş oylumlu, köklü ve kuşatıcı analiz bekleyemezsiniz. Daha az okumak, işin basite kaçan izahı... Pek, çok okusak ne olacak? Neyi okuyacağız? Bu milletin ortak paydada okuduğu, bütün mahalleleriyle birlikte, her görüşün üzerinde ittifak ettiği on kitabı var mı? On kitap... Sağı da solu da bu on kitap üzerinde ittifak edebilmeli. Lütfen beni hoş görün, yıllardır bu on kitabı arıyorum, bulamıyorum. Hani, merhum Erol Güngör’ün tercüme ettiği Dünyayı Değiştiren Kitaplar var. Onu okurken, ben de Meşrutiyetten bu yana bizim kültür, sanat ve düşünce dünyamızda tesir eden ve toplumun tüm kesimleri üzerinde etki oluşturmuş olan on kitabını tespit eden bir eser kaleme almak istedim... Aradım, hala arıyorum. Buna zemin metinler diyelim; maalesef yok... Ama Osmanlı’da bu vardı. Okuma yazma bilemeyen falan köyün filan ailesine mensup Ayşe teyze, Cengnameleri dinleyerek bir hayat kuruyordu. Siyer-i Nebî’yi, Muhammediyeyi... Şimdi bu kalmadı. Aynı evin içinde bir kaç mahalle kuruldu. Baba çocuğuyla aynı kitabı okumuyor, torun başka bir alemde... Şimdi bu elbette daralmaya sebebiyet verecek. Herkesin her şeyi konuştuğu yerde derinlik de olmaz, vüs’at da...Orada sathilik hüküm sürer. Lütfen kusura bakmayın, halimiz biraz böyle.

Dünyanın yaşadığı/yaşayacağı açmazlara müslümanların söyleyecekleri şeyler nelerdir sizce? İslam toplumlarının dün olduğu gibi bu günkü yaşadığı çıkmazları göz önüne alırsak müslümanlar cihetiyle geleceği nasıl okumalıyız?

Bunca olumsuzluğa rağmen umutla okuyacağız geleceği. Çünkü İslam daima umuttur. Tabi, son iki asırdır içine düştüğümüz bir durum var. Bu iyi bir durum değil. Hele hele son yirmi yıllık süre içerisinde, kendine gelme çabası içinde olan İslam coğrafyası farklı oyunlara sahne oldu. Edilgen bir yapı var. Zamanın ruhuna uygun bir şekilde yaşananları okuyup tedbir almak konusunda yeterli bir seviyede değiliz. Bir kargaşa hüküm sürüyor... Ama bu kalıcı bir hava değil. Derlenip toparlanma olacak, kendi küllerimizden yeniden ayağa kalkacağız. Bunda şüphem yok. Bu nasıl olacak? Bu soruya hepimiz muhatabız. Ayrıntıya girmeyeyim, fakat şunu söyleyeyim: Hepimiz, sen, ben ve o, zihni ve fikri ayrılığı bir kenara bırakarak söylüyorum, iyi insan olmaya başladıkça her şey iyi olacak. Musa’nın asası bu “iyi insan” olma idealinde saklı. İyi, yani ahlaklı, dürüst ve işini önemseyen, topluma duyarlı ve çevreye faydalı insan. O asa, bizim bu iyilik restorasyonumuzla birlikte üzerimize çöken sihirleri teker teker etkisiz hale getirecek, kurulan tuzaklar birer birer bozulacaktır. Bunun imkânı ilim geleneğimizde var. Güçlü bir üsûle sahibiz. O üsûl bizim yeniden inşamıza katkı sağlayacak zemini bize sunuyor. O bakımdan umutluyum... Umudumuzu yitirmeyelim.

Aydın ile toplum arasındaki kopukluk daima söylene gelir. Ülkemizde yaşanan bir aydın sorunsalını bir akademisyen olarak nasıl değerlendirirsiniz? Bu ikisi arasındaki iletişim eksikliği nasıl tamir edilebilir?

Eskiden aydın vardı. Meşrutiyet aydını diyoruz, hakikaten var. Bir derdi var; benimle aynı şeyleri düşünmese de var. Fakat bu aydın birinci dünya savaşıyla birlikte yerini bürokrata bıraktı. Tek partili dönem ve bilahare çoğulcu siyaset dönemlerinde daha çok siyasi figür olarak, ideolojik dar kalıplara sıkışan bir aydın tipi varlık kazandı. Ama yine de Mümtaz Turhan, Cemil Meriç, Sabri Ülgener ve Nurettin Topçu gibi isimler, hatta Kemal Tahir yetişti... Bunlar arafta kalan insanlar. Ama ben seksenlerin hikayesine çoğu yönüyle tanığım, doksanlara ve ikibinlere oradan geliyoruz; aydın... Bilemiyorum. Belki merhum Erol Güngör, Sadettin Ökten gibi güzel isimler var. Ama kendini “aydın” olarak tanımlayanlarda sadece bir “taraf” olma, körü körüne muhalefet etme çabası görüyorum. Aydın kimdir? Toplumun sorunlarını bilen ve çözüm üreten kişi... Eğer böyle bir tanım yapıyorsak, orada aydını bulmamız pek kolay değil. Şu gazetede yazan, bu televizyonda yorum yapan kişi yahut falanca dizide oynayan aktirist ise aydın; her köşe başında bir kaç tane var. Bunların halktan uzak düşmesi, halkın yararınadır. Bırak uzakta kalsınlar... Kendi hakikatine yabancı insanın aydınlığı halka karanlık getirir. Onların halk ile iletişimine kafa yormanın bir anlamı var mı? Yukardan bakan, buyurgan, halkı küçük gören, tarihten ve bu toprağın ruhundan kopmuş ve dolayısıyla bizim meselelerimize Londra’dan, Paris’ten bakan “edilgen aydın” tipinden bu millet çok çekti. Malesef kendi içimizden de kabuğunu kıran hür iradeli aydını çıkaramadık. Ama bu zaman içerisinde olacak... Son yıllarda bu anlamda sorular arttı. Bu soruları iyimser değerlendiriyorum ve yarınların memleket meselelerini sağduyuyla anlamaya ve çözmeye çalışan gerçek aydınlara gebe olduğunu düşünüyorum. Dedim ya, umutsuz değilim... Daima umutluyum.

Eğitimin içinde tam da gençlerle birebir iletişim içerisinde olan biri olarak sormak istiyorum. Neşet Ertaş’ın hayata ve insanlara bakışında ki felsefi duruş gibi, Nuri Pakdil’in söylemi olan klas duruş gibi ahlakı ve maneviyatı önceleyen duruşları gençler hayatlarına nasıl yansıtabilirler?

Neşet Ertaş’ı hep sahici buldum... Sahicidir. Saf. Kır çiçeği gibi. Âh-ı Evren’in, Gülşehrî’nin, Âşık Paşa’nın hemşehrisi. Bunlar kurucu isimler. Yaşadığımız çağın türküsünü söyledi, vazifesi buydu onun. Söyledi ve gitti... Abdal. Derviş. Hayata dervişçe dokundu. Onun türkülerinde hemşerisi Yunus’un ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin kokusu vardır. Nuri Beye gelince, o yeni. Onun da beslendiği damarda dervişlik var; ama üslûbu yeni, dili yeni. Ben bu yeniliğe meşgul olduğum konular itibariyle biraz mesafeliyim. Ama onda da zaman zaman Âkif kokusu duyarım. Klas duruşu bir kenara bırakalım, o kavramın içinin pek doldurulduğunu söyleyemem. Asıl Nuri Bey’in bağlanması beni sarar. Orada, Fethi Ağabey’den mülhem Neşet’in de dile getirdiği bize ait olan ruhu görürüm. Bağlanmak ve biat... Müthiş kavramlar. Modern insanı düştüğü kuyudan çıkarmak için uzatılan bir eldir bağlanma kavramı. Buzda dans eden, esen rüzgarın etkisinde kalan insan için bir duruş, sağlam bir sabite sunar. Belki buradan yola çıkarak o klas duruşun içi doldurulabilir. Zira duruşu olmayanın düşüncesi de olmaz.

Gençler Neşet’i ne kadar dinliyor? Bunu doğrusu bilemiyorum. Ama son yıllarda Nuri Bey “sükût süreti” ile yaptığı o efsane konuşmayı bıraktı... Konuşan, gençlerle buluşan bir Nuri Pakdil var. Gençler bu konuşan Nuri Pakdil’i tanımaya başladılar. Fakat benim için efsane olan o sükûtun sesi de kalabalık içinde kaybolup gitti. Umarım zamanla bağlanma ve biat bilinciyle buluşur gençlerimiz. Böylece bir duruşa da ererler. Demem o ki, popüler Nuri Pakdil’in arkasındaki asıl Nuri Pakdil’e ulaşmak lazım. Bu da zamanla olur, diyelim.

Şairler ve yazarların farklı farklı edebi türlerde yazmasını nasıl değerlendirirsiniz? Araştırmacı yönünüzü özellikle edebiyat üzerine yoğunlaştırırken neleri gözetiyorsunuz? Bir yazar ve eğitmen olarak Türkçe dilinin doğru kullanıldığını söyleyebilir misiniz? Bu nokta da neler tavsiye edersiniz?

Türler birer duraktır. Hep aynı durakta durmayacağız, başka başka yolculuklara da çıkmamız lazım. O bakımdan sanatkârın farklı türlerde yazılar yazmasını yadırgamamak lazım. Ama Mustafa Kutlu’yu önemserim; deneme de yazsa, daima hikayede kaldı... İyi ki kaldı diyorum. Onun hikaye arkı pek çok sanatkarın bahçesini sulamıştır. Bazen, keşke derim, Rasim Özdenören de hep hikaye yazsaydı. Müthiş bir anlatıcı. Ne var ki, Rasim Bey fıkra yazarlığına daha çok ağırlık verdi. Onun için bazen, keşke hikayelere devam etseydi, dediğim olur. Ama bu bizim bakışımız. Demek ki, o aciliyet arzeden başka bir yöne öncelik verme gereği duydu.

Elbette bu soruya başka pencerelerden bakarak cevaplar da verilebilir. Benim ilk anda aklıma gelenler bunlar. Türkçeyi kullanmak, o başka bir konu... Şikayete gerek yok. Dilimizi çok iyi kullanan yazarlarımız var. Yok değil. Fakat size şunu söyleyeyim, bendeniz sizin nitelendirmeniz gibi bir “eğitmen” değilim. Kimseyi bir şeye, kendi doğruma doğru “eğmiyorum”. Hakikati ben temsil ederim diye bir iddiam da yok. “Bir eğitimci olarak”diye sorsaydınız, daha iyi olurdu. Ben öyle sorduğunuzu farzedip, dilin iyi yazarları okumak ve kelimelerin hakkını veren konuşmacıları dinlemekle gelişeceği kanaatinde olduğumu söylemek isterim. Tavsiyem, her yazarı değil; elbette onlardan haberdar olalım, bakalım... Lakin eğer yazma merakımız var ise, nitelikli yazarları okuyalım, nezahat-ı lisan ile konuşanları dinleyelim derim. Okumayla dinlemeyi birlikte düşünmemiz gerektiğini tekrar ediyorum. Diğer bir ifadeyle dinlemek de bir tür okumaktır.

Ve son olarak; çantanızda beklettiğiniz yayına hazır ya da üzerinde çalıştığınız dosyalarınız mevcut mu? Düşünüp de bir türlü gerçekleştiremediğiniz kültür ve edebiyat anlamında projeleriniz var mı? -Paylaşmak istediğiniz kadarıyla- okurlarımızla paylaşır mısınız?

Birikmiş hatıralar var. Sivas günlerimi, ilk gençlik denemlerini yazdım... Şimdi sırada Ankara var. Ankara’da içinden geldiğim ilim ve sanat muhitine dair yazmak isitiyorum. Bir kaç yazı da çıktı. Gel gör ki, idari vazifeler bu yazıları ertelememe sebep oluyor. Bekliyorum, her yazının ve kitabın bir zamanı vardır. O zaman gelsin diye bekliyorum. Ama hali hazırda çantamda sakladığım dosyayı soruyorsanız, onu da söyleyeyim: Son dört yıldır yazdığım, güncel meselelere dair tahlillerimden ve zamana ilişkin okumalarımdan oluşan bir kitap eylül gibi okuyucusuyla buluşacağını umuyorum.

Gerçekleştiremediğim proje... Evet, çok. Birini sizinle paylaşayım, benim gençlik hayalimi....Hayalim şuydu: Bir kasabada öğretmen olmak, orada derslerime girip, sakin sakin çocuk ve gençler için yazmak. Bunu gerçekleştiremedim.

Hocam bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Sağlıklı, hayırlı güzel bir hayat dilerim.

Ben teşekkür ederim, eksik olmayın... Güzel sorular sordunuz. Bazı sorularınıza şimdilik cevap veremedim. Onları da bir başka zaman diliminde konuşuruz.


* Prof.Dr. Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dekanı

Prof. Dr. Bilal Kemikli

Bilal Kemikli, Sivas’ta doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı, 1998'de doktor, 2002'de doçent ve 2008'de profesörlüğe yükseltildi. Ankara, Yüzüncü Yıl, Süleyman Demirel ve Uludağ Üniversitelerinde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yapan Prof. Kemikli, DPÜ İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasına kurucu dekanı olarak öncülük etti.
 Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslam Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdüren yazar, daha evvel İlim ve Sanat Dergisi, İslam, Bizim Dergah, Yeni Dünya, Somuncu Baba, Dergah, Edebiyat Ortamı, Ayvakti ve Yedi İklim gibi dergilerde yazılar yayımladı. Bir süre TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda Çocuklar İçin adlı programı hazırlayıp sundu. Bazı TRT Belgesellerinde danışman ve metin yazarı olarak görev yaptı.

Ketebe Yayınlarında Türkçeyi Kuran Şairler Dizisi'ni bir proje olarak sundu.
1 Kasım 2018 tarihinde Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak atanmış olup halen bu görevi sürdürmektedir.


İlkay Coşkun

Güneysu Dergisi
Sayı 124, Güz 2019







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder