ilkcoskun@hotmail.com

27 Eylül 2020 Pazar

Kibir ve Sanat - İlkay Coşkun / Çâre Edebiyat Dergisi, Sayı 8, Güz 2020

Kibir ve Sanat

Övülmeye, okşanmaya, değer görülmeye meyyal olan insan için kibir her an yanı başında bir boy aynası yakınlığında bulunmaktadır. Ayna kadar yakındır kibir. Üstü başı, saçı sakalı düzeltme araçsallığındaki gibi beliriverir yanında. İnsan, aynada kendini her daim görmek isteyecektir. İlk gelişi şeker tadında veyahut tatlı bir şurup lezzetindedir. Bu durum özne olmaya meyyal olan insan için bulunmaz bir fırsattır.

İnsan üzerindeki tekâmül araçları olan eğitim, kişisel gelişim, sosyalleşme, para, imkân gibi olguların da kibri tetikleyen hatta besleyen nedenlerden olduğunu söylesek çok da yanlış olmaz. Bunlar insanı geliştiren unsurlar olduğu kadar alttan alta benlik, kibir, haset gibi duyguların da besleyicileridir. İlle de bu kötü sonuca ulaşılacak diye bir şey yok ama kibir olgusunun bir cihetiyle zemin bulduğu alanlardan birisidir. Kibir olgusunda daha çok içgüdüler, seciye ve karakter aktiftir. Ateşin, topraktan daha değerli olduğu kibrine düşen iblisin hâli gibi insanoğlunun bir tarafında bu olumsuz hastalık her zaman kendine bünyeler bulabilmektedir. Bu bağlamda içgüdüler, insanı daha çok esir etmeye çalışırken erdem, akıl ve şuur insanî hasletlere yaklaştırıyor. Akıllı insan kibre düşmeden yeteneklerini, sezgilerini insanlığın hizmetine sunar.

Kibir duygusunu tasniflemek, belirli alanlara hapsetmek doğru değil. Kibir, az veya çok hayatın birçok alanında yaşamaya elverişli bir alan bulabilmekte. İnsanlığın beynelmilel bir hastalığı olduğunu söylesek çok da yanlış olmaz. Hani şunu söyleyebiliriz; insanların aktif üretim yerlerinden olan zanaat, sanat ve hükmetme alanlarında daha belirgin olarak görüldüğü bir gerçek. Çünkü şartlardan biri en azından gerçekleşmiş demektir. Gerçekte kibir, yanılsamalı kötü bir ruh hâlidir. İnsanoğlunun yaralarından biridir. Haset gibi olumsuz hâl, kibir ile daha çok yan yana kendine yer buluyor.

Kibir gibi olumsuz bir insan duygusunun ele alınmasında yazarın daha çok kendisinin bu duygulardan ne kadar uzakta olduğunu gerekçeleriyle yazdığına şahit oluruz. Bu kötü hâli kendine yakıştırmadığı bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Kolay kolay hiç kimse ben kibirliyim demeyeceğine göre, dışarıdan öyle göründüğü teziyle bu hâl yumuşatılarak servis edilecektir. Erdem gibi insanî bir değeri yazan yazarında içten içe, kendisinin erdemli olduğuna dair bir pencere aralaması da böyledir. Neyse bu konumuzun farklı bir boyutu. Geçelim.

Kibrin çok çeşitli varyasyonları vardır. En hoyrat hâliyle de karşımıza çıkabilir. Sezdirerek inceden inceye ben buradayım da diyebilir. Aşırı bir tevazu kılıfına dahi bürünebilir. Tevazu hasletini perdeleme yaparak kibri, şirin gösterebilir. Ehil olmayı, büyük olmayı örnek göstererek kibri, kaprisi hak görenler de çıkabilir. Kibir konusu öyle çok öğretilerde, güzel sözlerde işlenmiş ki. Mesela, Ledrıc Dumont şöyle demiş; “öyle horozlar vardır ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” Bu sözle işin ahmaklığına çok anlamlı bir vurgu yapılmıştır. Hacı Bayram Veli, kibri şu şekilde ele alır. “Kibir bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulabilir” İştiyak, hırs gibi adrenalini yüksek duyguların yaşandığı alanların, ayak oyunları, haset, kibir gibi kötü duygulara bir zemin teşkil ettiği de bir vakıa. “Kişi tavır ve çehredir” diyen Tanpınar bir nevi insanın özetini çıkarmamış mıdır? Başka bir taraftan sanat çalışmaları olmazlandıkça sanat erbabı sinirlenip, hırslanabilir. Bu hırs yanlış yollara evirilebilmektedir. Sonradan görme hamlığıyla da ilintisi vardır. Her başarı kibri getirmez ama bazen sanatçı sanatını icra ettikten sonra ben yaptım kibrine pekâlâ düşebilmektedir.

Acizliğini bilen, kendini tanıyan insan kolay kolay kibir ve gurur bataklığına düşmez. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde anlatılan kibirli fare ile sabırlı deve hikâyesindeki fare, kendisinin küçüklüğünü, suya atlama sırasında idrak etmekte ve devenin büyüklüğünü görmektedir. İlahlık iddiasında bulunan Nemrud’un kibrinin nasıl sonuçlandığını ve nasıl ceza bulduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Yine Mesnevi’de anlatılan, eşek sidiğinin üzerinde yüzerken, saman çöpüne konan sineğin, kendini kaptan görmesi ahmaklığı birçok alanda yaşanıyor. Kendini oldu ve yaptı gören ahmağın herzelerinin ve zırvalamalarının yanında hastalıklı benlik duygusunu görüyoruz. Bu kötü duygulara karşı panzehirler geliştirip “gölge etme başka ihsan istemem” diyen Diyojen gibi farklı felsefelerle dünyaya bakmak gerekiyor.

Yazar olsun, sanatçı olsun, bilim insanı olsun bütün özgün dâhilerde, amiyane tabirle hep bir arızanın olabileceği, böyle olumsuzlukların nüksedebileceği gerçeği de karşımızda duruyor. Bu duygular, kapris ve kibir şeklinde vücut buluyor. Kibir duygusunu taşıyan sadece kendini yazar, şair, sanatçı görebiliyor. Kendisinden daha güzel yazan birinin çıkacağına inanmıyor.

Yeryüzündeki güzellikleri anlama çabasında olan sanatçıların bir kısmı maalesef ki kibir ve haset hastalığına yakalanarak perme perişan olmaktadırlar. “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı” diyen Albert Camus, sanat ortamının çetinliğinin yanında keşmekeşliğinin de dikkatini çekmiştir. Estetik gayesi güderek bediî zirveyi amaçlayan sanatçı, sanatını icra ederken, Allah’ın yaratma gücüne hâşâ yaklaştığını düşünebilmektedir. Ayrıca sık sık övülme durumu, kibir hastalığının mayası hükmündedir. Şöhret tutkunluğu da kibrin başka bir türüdür. Benlik ve iddia, şartlar olgunlaşınca nüksediyor ve insanı saran bir ur gibi vücutta kendine yer buluyor.     

İlkay Coşkun

Çâre Edebiyat Dergisi, Sayı 8, Güz 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder