Bu döngü içerisinde
eski canlılığını arayan insanın pişmanlıklarını, özlemlerini, arzularını
araması kaçınılmaz oluyor. İş yazıya dökülünce belli bir yaş üzerindeki çoğu
yazarın hep geçmişlerini kaleme almalarını hep geçmişte yaşamalarını çok
sevimli bulmayız ama bu güne eleştirel, geleceğe de hep umutsuz bakanları daha
sevimsiz hatta hastalıklı bir hal içerisinde görürüz. Bu durumu biraz da
yaşlılık alameti olarak da niteleriz çoğu zaman. Tadında ve gerektiği kadar
mazi anlatımlarına kimin ne itirazı olabilir ki? Krallığında yaşlı insan
istemeyen ve bütün yaşlıları öldürten bir kralın, krallığında hâsıl olan bir
hastalığı çözmede yaşlı insanlara ihtiyaç duyduğu hikâyeyi duymuşunuzdur.
Tekerrür eden hayatlar, hatalar, deneyimler birçok yönüyle maziye başvurmamızı
zorunlu kılıyor tabii ki. Burada eleştirisel baktığım nokta, geçmiş hayata hep
güzellemeler dizerken bu günün şartlarını değerlendirmeden hakkaniyetten uzak
karşılaştırmaların yapılmasıdır.
Nefes aldığımız süre
içerisinde sevgi, aşk, zarafet, samimiyet gibi soyut kavramların pekişmesi ve
oturmasında dönem dönem inişler ve çıkışlar olsa da biline gelen doğrular
insanlığın ortak mirasında hep yerini korumuştur “Mecnun söğüt, Leyla’nın toprağında yetişir” diyen Şeyh Galip
kendine has duru bir anlatımla ne kadar mühim bir tespitte bulunmuştur. Leyla
ve Mecnun efsanesinin gerisindeki şartların elverişli olmasından kaynaklı
olduğu aşikârdır.
“Hak bir gönül verdi bana. Ha demeden hayran olur. Bir
dem gelir şadân olur. Bir dem gelir giryân olur” Yunus Emre deyişinde olduğu gibi, mutlu olabilme olgusu her dönem ve her
kişide farklılık göstermiştir her zaman. Bu yüzden çok çeşitli şekillerde
değerlendirebiliriz bu olguyu. Şöyle ki; kırk yıl öncesine gidelim. Yanan
tandırın başında ninelerimizin akıl almaz efsaneleri ve masalları anlatıldığı
yıllardan bahsediyorum. Doğallığın
yanında elektriğin ve konforun olmadığı yıllar idi. Ateş bu kadar çok kıymetli
miydi bilmem ama kös küreği ile komşunun ocağından ateş almak sıradan bir
hareketti ama ihtiyacın giderildiği noktada mutluluğu da barındırıyordu. Tam da
“komşu komşunun külüne muhtaçtır”
sözünün canlı yaşandığı yılların olması bakımından kayda değer bir örnek. Her mevsimin ayrı bir güzelliği olsa da
bazıları için hasat mevsiminin başka bir anlamı başka bir güzelliği vardı.
Panayır alanına dönen harman yeri, görüntüsü bile mutlu ederdi yüzleri. Harman
daha çok bereketi imlerdi onlar için. Harmandan arta kalan buğday, arpa, fiğ
gibi ürünleri çör çöpten ayırarak köy bakkalında bisküviye, gofrete
çevirdiğimiz zamanlar hemen hemen her sene tekrarlanırdı. Büyüklerimizden zar
zor izin alarak ekin yığınları üzerinde sabahladığımız anlar, buğday ve arpa
sergisini yıldızları sayarak beklediğimiz gecelerin hepsi mutluluğun
resimleriydi. Şimdi kaç ebeveyn çocuğuna bu izni verir ve bu güzellikleri
yaşadığını görür siz tasavvur edin artık.
Çocuk yaşlarımızda, “yumuş tutmak” yani verilen görevi
yapmak gibi çok önemli birde görevimiz vardı. Aldığımız her bir aferin bizi mutlu olarak biraz daha
büyütürdü sanki. Bu kadar koşuşturmanın yanında sokak oyunlarımızdan da taviz
vermezdik. Alın size doyasıya bir mutluluk daha. Doğum günü, anne, kadın,
sevgili, baba gibi kutlama günleri yoktu. Kutlamalarımız azdı ama bir o kadar
değerliydi bizim için. Beklemelerimizin hakkını vermek için uğraşlarımız hepsi
bize göre mutluluğun tarifleriydi. Maalesef ki bu sıraladığım birçok yaşanmışlık
geçmişte kaldı veya şekil değişikliğine uğradı. “Eti senin kemiği bizim”
diye öğretmenine teslim edilen çocuklarla yürüyen eğitim anlayışı,
evrimleşerek bu günlere geldik.
Cahit Zarifoğlu’nun “değil mi ki; kavuşmalarımız topal,
ayrılıklarımız koşar adım” sözünde olduğu gibi koşar adım geldiğimiz hazan
mevsimini yaşıyoruz. Yaşanmamışlıklar acıtsa da yüreğimizi her şeye rağmen
olumlu da olsa olumsuz da olsa hayat devam ediyor.
Yaşanmamışlıklar deyince yine geçmişten bir anı geldi aklıma. Anlatmadan
geçersem yazımda bir şeyler eksik olacak sanki.
Üzülerek belirtmeliyim ki büyüklerin yanında sevginin hemen hemen hiç
gösterilmediği, ayıp karşılandığı yıllardı o yıllar. Anne babaların çocuklarını
uluorta sevemedikleri, evli çiftlerin dahi yolda kol kola yürüyemedikleri
yıllardan bahsediyorum. Evin en küçük çocuğunun bir ayrıcalığı vardı yine de.
Onlara tanınmış büyük bir avantaj diyebiliriz. Sevmenin ayıp sayıldığı o
yıllarda sevgiden nasiplenen en şanslı kişi küçük kardeşti anlayacağınız. Herkes
evin küçüğünü severek gösterirdi sevgilerini. Ayrıca kardeşlerin tüm ilgisi
küçüğün üzerindeydi. Böyle bir ortamda evin ortancası olarak büyümeye çalışan
ben, akşam yattıktan sonra karanlıkta yanağıma bir öpücük kondu. Hiç
beklemediğim, nerden ve kimden geldiği belli olmayan, beni çok şaşırtan bir
öpücük. Ama çok geçmeden anlamıştım.
Ağabeyim. Küçük kardeşimizi öpeceğim derken yanlışlıkla beni yanağımdan öpen
ağabeyimin öpücüğü. Sevinsem mi, üzülsem mi derken bu durum ortaya çıktı ve
sadece küçük bir tebessümle nihayet buldu. Yanlışlıkla öpülen yanaklardan,
çocuklarımı doyasıya öptüğüm yıllara.
İlkay Coşkun
22.11.2017
Güneysu Dergisi
Sayı 118, Bahar 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder