28 Eylül 2021 Salı

Şair Yazar Sinan Ayhan ile Söyleşi - İlkay Coşkun

Şair Yazar Sinan Ayhan’ın (Kitapları Bağlamında) Poetikası Üzerine Konuştuk

(Konuşan: İlkay Coşkun - Ekim 2021)

2021 yılının ilk yarısında şiir (Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri) ve hikâye kitabınız (Alt-Üst -Altından ve Üstünden Kalkılamayacak Hikâyeler-) arka arkaya okurlarıyla buluştu. Bunlarla birlikte yayınlatmayı düşündüğünüz başka dosyalarınız da var. Okurla buluşturduğunuz bu iki eserinizin okur nezdinde ilk yansımaları nasıl oldu? Şiir ve hikâyeyi ayrı ayrı değerlendirirseniz neler söylersiniz?

Eser vermek, insanın has amacı, hayatı üst seviyede anlamlandıran bir emek… Her türlü çaba eser vermeye öykünmektir. Bir şey olmak, adam olmak, iyi insan olmak, bir mesleğe sahip olmak, baba olma isteği bile özünde eser verme hamlesinin bir tezahürüdür. Eser vermede en özgül hal kanaatimce “kitaplık çapta çalışma” keyfiyeti…

İlk eser olarak “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri’ni yayınlamış olmaktan memnunum. O sadece ilk eser değil, yeni bir edebi tür olarak göz önünde… Birçok kişi kitabın bu yönünü görmedi. Ancak zamanla bu görülecek. İnsanlık, yepyeni anlatım biçimlerine gebe… Hikâyeden çok, anlatım biçimleri esası teşkil edecek. İnsanlar, hikâye üzerinden hayatı anlamlandırmaya alıştıkları için bu çabaya aşina olamadılar. Hikâye, insan ile birlikte zaten var, hikâyenin, yani bir metnin konusunun ilerisinde anlatım biçimleri ve üslup duruyor, bir eserinin kıratını da daha çok bu anlatım biçimleri ve üslup belirliyor…

İkinci kitap, “Alt-Üst” yine anlatım biçimlerini kolluyor. Ama hikâye kitabı olması hasebiyle daha çok beğenildi ve daha çok anlaşıldı. İlk kitap ise daha orijinal bulundu. Kimi, ilk kitabın orijinalliğini öne çıkardı, kimi, ikinci kitabın anlaşılır olmasını… Olabilir; ben iki eseri de kıymetli buluyorum. Çünkü her iki kitabın da bir kuramı var. İlk kitap, anlatım biçimi olarak çok anlamlılık tılsımı açısından “bileği-metni” diye bir tür öneriyor; önsözünde bunu anlatmaya çalışıyor ve eserde de örneklerini veriyor... İkinci eser, hikâyecilik açısından bir kuram geliştirirken insanın “alt-üst” olmuş haline de tefekkür düzeyinde vurgu yapıyor…

Orijinal hal ve kuram geliştirme meseleleri diğer dosyalarla da devam edecek ve öyle kitaplaşacak inşallah.

Bir şair ve yazar olarak dünyaya nereden bakıyorsunuz? Yazarken ortak bir dert ve tetikleyici noktalarınız nelerdir?

Kendimi şair, hikâyeci, roman yazarı olarak hissetmedim. Genel anlamda bir yazarlık merakı var üzerimde; lakin kendimi daha çok düşünmeyi öğrenen biri, derin düşünmenin yollarını arayan biri olarak gördüm. Gençlik yıllarından beri “tefekkür adamı” olmanın yollarını aradım, hâlâ da arıyorum. Bir şekilde “tefekkür adamı” olmak için yetiştirildiğimi düşünüyorum. Henüz öyle bir sıfatım yok, ancak Allah ömür verir de son eserimi yazıp son noktayı koyduktan sonra, bana dair Türk Milletine ait irade böyle bir hükme varırsa, o zaman o sıfata kavuşabilirim, bunu da çok isterim…

“Tefekkür Adamı” olmamış, ama olma isteğiyle o tavırda ilerleyen biri olarak da yazmak benim için bu tefekkürün en güzel zemini… Yazarken bir şair, bir hikâyeci veya bir romancı olarak değil; şiiri ele alan, hikâye ile uğraşan, romana şekil vermeye çalışan, denemeler ortaya koyan bir mütefekkir olarak yazdığımı düşünüyorum, öyle hissediyorum… Yazarken beni tetikleyen tek bir şey var; o da derin düşünce… Nefes alırken bile bir yazı olduğumuza kaniiyim; bu sayede yazılıyorken bile derin düşünmenin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum… Benim her anlamda bir tetikleyicim varsa bu ancak “derin düşünmek”, “tefekkür edebilmek” hasretidir; başka bir şeye de gönül vermişliğim yok doğrusu. Bu anlamda yazmak benim için sadece bir araç.

Yazılarınızda üst kurmaca tekniği, kapalı metin, monolog anlatım, anlatım içinde anlatım gibi özellikler kendini gösteriyor. Gerek şiirlerinizde, gerekse de hikâyelerinizde dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi de imgelerin yoğunluğu. İmgelerinizi nasıl inşa ediyorsunuz? Bu bağlamda yazılarınızda ve şiirlerinizde ön hazırlıklarınız nelerdir?

Her hangi bir ön hazırlığım yok. Hep hüzünlü bir adam oldum. Bu anlamda bazı ağaçlara bıçak vurursunuz, ondan reçine çıkar; bana da dünyadan bir şey dokunsa ondan hüzünle yoğrulmuş yazı ve düşünceler çıkar. Bu da sanırım bir hazırlık sayılmaz; beni bıçak nerede yakalarsa orada kalem olurum galiba. Başka ne diyebilirim, bilemiyorum…

O yazım tekniklerine gelince; onlar, yeni anlatım biçimleri keşfetmek ve üslubu hakkıyla sergilemek için işler durumda. Hüzünle kavrulmuş insanı hiç boş hacim bırakmayacak mikyasta başka nasıl kâğıda dökebilirsiniz, ben onu da bilemiyorum… Her şey kendiliğinden oluyor, her hangi bir tarifi veya formülü yok… Olduğu gibi olan şey bu ve gayet olağan bir şey… Hiçbir insandan gayriliği yok…

Afrika'nın üveylik ve yetimlik durumunu resmettiğiniz “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” şiir kitabınızı hangi duygu yoğunluğu ve ön hazırlığıyla yazdınız? Afrika özelinden acıları, açlıkları duyumsatmanın yanında hangi ruh hâlini taşıyorsunuz?

Afrika, mazlum coğrafya ve bütün mazlum coğrafyaların temsilcisi, sembolü… Mazlumlar için kalbi yanmayan insan olmasın… Afrika’da yapılan bir belgesele rastlamıştım; bizim belgeselci Afrikalı bir yaşlı adamı dinliyordu; bir ara yaşlı adam şöyle sordu: “İstanbul, kimin başkenti…”; bizim belgeselci donup kaldı; keza ben de öyle; belli bir süre sonra yaşlı adam kendi sorduğu soruya şöyle cevap verdi: “Sanmayın ki orası sadece sizin başkentiniz, orası aynı zamanda bütün mazlumların başkenti, yani bizim de başkentimiz…” Bu sorunun tarihi sorumluluğunu da hissederek yazıldı “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” ve bize ait bir vebali göstermek için de yazıldı bu kitap. Zaten içindeki mücevherlik acı da bundan.

“Yazarsam, her şeyden sorumluyum”; ruh halim de bu minval üzere işte.

Afrika üzerine yazdığınız şiir kitabınızda, şiirden önceki hâli ve şiirin çıkış yeri olan cevherliği “bileği-metni” tanımlamasıyla ele alıyorsunuz. Cevherin işlenmiş hâlinden daha çok cevherin saf hâlini öncelediğinize vurgu yapmaktasınız. Bahsettiğiniz bu ifadeleri biraz açar mısınız?

“Her şeyden önce kelime vardı”. Zaman geçtikçe her şey pörsüdü. Kelime, cümle, ifade biçimleri kirlendi. Geçenlerde yine bir yerde; ebcet hesabıyla hilal ile “Allah” kelimelerinin kelime sayı değerleri toplamı aynı imiş ve o sebeple de bayrağımızda hilalin olduğu söyleniyordu. Bu söylenen bana enteresan geldi. Allah, Hz. Adem (as)’a her şeyin ismini öğretti. Hem de sonsuz isim sahibi ve ilim sahibi olarak… Her şeyden önce kelime(kelam) vardı, bütün temiz haliyle… Rahman ve Rahim… Eril ve dişillik; ama tenzih… Daima tenzih… Kelimede, cümlede bu sırlar üzere bir tılsım saklı… İşte o haldeki cevher kast ediliyor ve çok anlamlılık oradan o cevheri yakalamaya çalışıyor…

O kadar melezleşti ki her şey, hangi sınır nerede ben de bilemez oldum; ama kendimce anlatmaya çalışayım… Önce “monad” kavramıyla girelim meseleye, Leibniz’in kavramı, ben anladığım şekliyle şeylerin DNA’sı diye tarif edeyim, a’dan başlayan şey sıfat dizini olarak z’de bitsin veya sıfat listesini bir küme diye adlandıralım; basitçe anlatmak için alt dizinlere girmiyorum; toplu olarak bu “bardak” tözünü oluştursun; c’den başlayan bir dizi de z’yi geçerek b’de bitsin, bu da masa tözünü oluştursun; her biri kendi içinde sonsuz ve birbirleriyle kurdukları bağda sonsuz; bardak tözü ben isimlendirmeye başladığımda kendi monadını kuruyor, belki bardaktan bağımsız eksiltiler ve çoğaltımlarla başka tözlerden geçip, başka monadlara iz bırakıyor; bunlar hepsi gelip belki masa tözü ve monadıyla denkleşiyor; bir tek şartla kıyasa, ikiliğe açılıyorlar, yok olmaları şartıyla var oluyorlar, zamansız, mekânsız, sonsuz ve aynı zamanda uçsuz bucaksız… Daha iyi anlatılabilir; ama ben ancak böyle bir deneme yaptım şimdi, bu açıklama burada dursun bir…

Bir başka açıklamaya girelim şimdi; müzik, müzik türlerini doğurmuş meselâ, ne olmuş, folklorik unsurlar, senfonik olmuş, yalın olmuş, girift olmuş, müzikten uzaklaşmış, söze gelmiş, vesaire… Meselâ bazı senfonileri duysanız; içinde “rock” tınıları bulursunuz… Yazıda da ben, böyle geçişler olduğunu düşündüğüm için acaba başka türler keşfedebilir miyim diye düşündüm. Son dönemde kafamda şöyle bir şekil oluştu ve onları öyle denemeye başladım… Aslında “bileği-metni” bir tür, “monad”, “kökdörtlük”, “fark” da “bileği-metni”nin alt türleri veya alt söz sanatları gibi… Şiir ile “bileği-metni” de pek ayırt edilemiyor gibi; lakin ben kendimce ayırımlar koyuyorum; mesela şiir müziğin ezgisine doğru gidebilir daha çok, “bileği-metni” müziksiz “söz-ezgi”ye doğru gider… Şiir yine bir bilinç hali saklıdır; “bileği-metni” sayıklar gibidir… Eğer öyle bir şey varsa, sayıklamanın bilinci diyebiliriz ona. Daha başka ayırımlar da zamanla söylenecek… “Bileği-metni” şiir tınılarının doğurduğu bir şey, ama şiir değil… Sosyolojinin felsefeden doğması gibi… Bir şey değilse bile henüz, bir gün olacak, belki başka bir şey diyecekler, ama olacak…

Ya ahlakın sorgulanır, ya estetiğin, ya topyekûn varoluşun… Aslında bütün mevzular, gelir “poetik” olana dayanır… Temelde sorgulanan sana ait “poetika”dır. Bir fikir nescine aşk ile dokunma, o yapı üzerinden “bir şeyi yıkıp da yerine bir şey koyma” mesabesinde bir hamle… Cevher, cevheri doğuruyor gibi… “İdeası olan” ve olmayan çekişiyor… “Bileği-Metni” nedir… Şiir ortada duruyorken “Bileği-Metni” diye bir şeye gerek var mı… Her şey ortada duruyorken kelimeye, cümleye gerek var mıydı peki… Her şeyden önce kelam vardı. Bunun gibi şiirden önce “bileği-metni” vardı. İsteyen buna da şiir desin, ama bunlar aynı keyfiyetler değil. Kitabın önsözünde de söyledim. Çakmak taşı, bileği taşı neyse; kelime ve anlam dünyasında bir izdüşüm olarak “Bileği Metni” de o… Yani bıçak bileniyorsa, metni bileyen bir şey, bir hal, bir düşünce, bir tarz, bir tür de olabilir… Çakmak taşı ateş yakıyorsa, bu tarzın metni de ateş yakma, kalplerde kor olma aracı olabilir… Rimbaud’ya göre o hal, “ateş hırsızlığıdır”… Aşka sürtünen aşk olsun, metne sürtünen o sırlar içinde o metin olsun… Bize göre açık, kimisine göre de kapalı… Kapalı diyen niye kapalı diyor, bilemem; ben meselenin açıklığıyla nefesleniyorum…

Şair ve yazar kimliğinizi inşa etme sürecini emek vererek, gözleyerek ve sıkı okumalar ile birikim sağladığınızı biliyoruz. Bu kimliğinizi inşa ederken size yol gösteren yazarlar, kişiler kimlerdir?

En başta Nietzsche’yi sevdim; onun “istem”i çarpıcı ve lirikti. Söyledikleri ise derin mizahın veya ağır bir sitemin, hicvin ürünüydü. Nietzcshe’nin tüm kitaplarını alıp okudum ve her kitabını okuduğumda tebessüm ettim.

Dostoyevski, Kafka, Kundera… Bunlar da benim için örnek aldığım ruh çizgileri oldu. Bir dizin ve bir devam oldular hep. Sartre ve Camus’yü de anmadan geçemem. Ama biri var ki o, benim onun fikir soyundan geldiğimi düşündüğüm kişiydi; o da Rimbaud’dur. Benim için bütün batı edebiyatı bir tarafa, Rimbaud bir tarafa… Cehennemde bir Mevsim ve Aydınlanmalar, zaten “bileği metni” türünün ilk örnekleridir kanaatimce…

Çok yazar okudum ve neredeyse hepsini sevdim; şimdi hepsini saymak bana anlamlı gelmiyor. Kafamda hepsine bir yer verdim; bir hiyerarşi kurdum, adeta bir “edebiyat atlası” gibi… Bunlar zamanla çıkacak, yansımaları görülecek… Eğer bir yerlerde bir hiyerarşi kuruluyor ve orada o kurulan şeyin mayası tutuyorsa o bir estetiğe işarettir. Nietzsche’nin “iyinin ve kötünün ötesinde” diye anlattığı şey…

Okumaya başladığım günden beri aslında bana nezaret eden bir kalem sahibi, bir mütefekkir var; o da Üstat Necip Fazıl… Ben onu bir kere dahi görmedim, o da beni görmedi; ama kitapları sayesinde sanki doğumumdan itibaren görüşmüş olduk. Beni mutlak ölümlerden alıkoyan hep onun kitapları oldu. Onun kitaplarından bana kalan öz, bir şekilde beni yanlışlardan korudu; hakikat ile yalanı ayırma becerisi verdi; okuduklarımda beni derinleştirdi; benim için sıkıntılı günlerimde kimse yokken o vardı. Onun kitapları benim için anlatabileceğimden önemlidir ve her birinin üzerinde bir sır kıymeti vardır. O sırrı da daha fazla bir şey söyleyerek tavsatmak istemem… Üstat Necip Fazıl, benim sırrımdır…

Gerek şiirlerinizi gerekse de hikâyelerinizi inşa ederken kurgu, yazım tekniği ve dil işçiliği yönüyle neler söylersiniz?

Üslubun her şey olduğunu düşünüyorum; üslup yazarın kafa kâğıdıdır, parmak izidir; üslupta da kolladığım şey çok anlamlılık ve lirizmi bir kıvama getirmek… Çok gönderme metni ezer diye bakılıyor, nereden biliyorsunuz; belki bir üslup hepsini kaldırabilecek bir yöntem bulacak, geliştirecek… Çok göndermeyle de sırıtmayan, kırılmayan, ezilmeyen, eğilip bükülmeyen bir metin yazılabilir pekâlâ. Ben bunun mümkün olduğuna inanıyorum ve üslubun neyi, hangi tekniği, hangi anlatım biçimini, hangi yeniyi çıkarıyorsa onu işler kılmak için elimden geleni yapıyorum. Bu da bir zorlamayla değil, zaten kendiliğinden oluyor; daha fazla tarife hacet yok, üslubun varsa her halükârda bir yerlerin acıyor ve kanıyordur; o kanamayla ne gerekiyorsa onu yaparsın, üslup bütün şifaya kavuşma hallerini içerir; dediğim gibi “üslup, her şeydir”…

Şiirimizi nerede görüyorsunuz? Yeni soluklara, yeni şiir damarlarına, yeni şiir akımlarına ihtiyacı var diyebilir miyiz?

Şiirimiz nerede, bunu kestirmem zor… Ortada bir şiir var mı, yok mu; bunu zaman gösterecek… Ama şunu söyleyebilirim; şiirimizin Büyük Şair’e ihtiyacı var… Kavmine yön veren, kavminin sözcüsü olan “Büyük Şair”e… Bir zamanlar olduğu gibi… O olunca sanırım, şiir de olacak…

Kelimelerin etimolojik yapılarına göndermede bulunup kelimeleri bölüp farklı anlamlar türetmeye çalışıyorsunuz adeta. Anlattıklarınızda hep ikincil manayı hissediyor bir taraftan okur. Neler söylersiniz?

Kelimeler, işaret ve seslerin anlamla giydirildiği cevherler… Kelimelerden cümleler oluyor; bu da cevherin tepkimeye girdiği hal… Yani bizim düşündüğümüzün ötesinde bir hal var burada… O vakit, ikincil mana da yetmez. Üçüncül, dördüncül, beşincil ve ötesi manalar devrede… Ben kendi hesabıma hepsini kovalamaya talibim. Cüssem ölçüsünde… Atom parçalanmaz diye bir kanı vardı; ama parçalandı. Kelime parçalanmaz da denebilir; ama öte anlamları kolluyor ve işaret ve seslerin nasıl mana giyeceğine ilgi duymuşsanız, çok anlamlılık içinde kelimenin parçalanmasını da göze alacaksınız…

Alt-Üst, hikâye kitabınızdan anlaşıldığına göre Avrupa, batı ve hatta Rus edebiyatını çok iyi okuduğunuz ve tahlil ettiğiniz görülmektedir. Albert Camus, Karl Marx, Dostoyevski, Jack London, Diyojen, Aristo gibi yüz yıl öncesi yaşamış değerlerin ve kitaplarında geçen kahramanların günümüzde de yaşıyor ve gelecekte de yaşayacak şeklinde görmüş ve öykülerinize bu şekilde misafir ettiğiniz görülüyor. Kitapta yer alan bu kahramanlar hakkında neler söylersiniz?

Yazarlar da kelimeler gibi bazı sıfat, isim, fiil, anlam dizinini tarayıp geçiyor. Kelimeler ne kadar yaşıyorsa, onlar da o kadar yaşıyor. Anlam eşiğinde hepsinin diri olduğuna kaniiyim. Onları söz konusu etmem, onların bir devamı olabilmek gerekçesiyledir. Onlarla akrabalığımı anlam üzerinden kuruyorum ve metinlerimde onlara kutlu bir yer vermek istiyorum. Eser veren bir insan, ölmez… “Ölürse tenler ölür” demiş Şair, aşkın keyfiyeti bakımından da “âşıklar ölmez.”

Hikâyelerinizde fantastik öğelerin yanında alışılmışın dışında anlatımları da yer alıyor. Bu farklılığın oluşumunda bakış açınızın katkısı nedir? Bir yazma ritüeliniz var mıdır? Özellikle hikâyelerinizde "Girift hâl, tefekkürde derinlik ve mutmain kalp" söyleminizi biraz açar mısınız?

Bir yazma ritüelim olduğunu sanmıyorum. İlham gelirse yazıyorum, gelmiyorsa yazmıyorum. Ama şuna inanıyorum; günümüzde “anlatım biçimleri” keşfetmek veya icat etmek önemli. Aklın ve ruhun çıtası yükseldi; onları mutmain hale kavuşturmak için eski anlatım biçimleri yeterli değil. “Pratik bir Akıl” varsa, “Girift bir Aklı” ortaya koyan bir derin düşünce merhalesi de var. Siz hikâyelerin fantastik olduğunu düşünüyorsunuz, ben olağan hikâyeler olduğuna eminim; bu zamanın taradığı cevher, eğer onu hissedebiliyorsanız, onu “olağan” diye tanımlayacaktır. Girift Akıl artık olağandır; sonsuz anlamı kollayan bünye olağandır; lirik söyleme alışık kulak ve anlayış olağandır; insanı anlayışsızlık çölünden çıkarıp bir bereket ovasına çıkaracak olan “anlatım biçimleri” hep olağandır.

Hikâyenizi oluştururken önce kahramanı mı tasarlarsınız yoksa kurgu ve konuyu belirledikten sonra mı karakterler oluşur?

Tek teknik var; o da ilham… Ağaca bir şey sürtünür yaralar, ağaç reçine verir, dediğim gibi… İnsanı ne yaralarsa o yaralayan şey ilhama vesile olur… İlham olduktan sonra zaten “ne varsa, içindedir.”

İki yazım türünü de denemiş bir kalem olarak hangisi sizce daha zor? Nedeni? Şiir ve hikâyenin birbirine karıştığı oluyor mu? Şiirsel öykü tanımlaması hakkında neler söylersiniz?

Temelde yazmak çok zor bir şey; mıknatısın artı ve eksi kutupları gibi hayat dizaynınıza göre kutuplarınızı yüklenmemişseniz bu zorluğu kâğıda dökecek iradeyi de taşıyamazsınız. “Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir”… Zehre talip olan kaç insan tanıdınız. Şiir olsun, hikâye olsun, türe bağlı bir zorluk yok; zorluk tüm halleri ile varoluşta…

Edebiyatın, şiirin ve sanatın bir ortamda ilerleyip yükselmesi nelere bağlıdır?

Kendini feda etme ahlakına bağlıdır. Kendini hakikate feda etmeyen yazarın bulunduğu ortamda, kalem oynatmak mümkün olamaz; kalem oynatılsa bile o ortamın ürününe edebi ürün, şiir veya sanat denilemez.

Yazım hayatınızda Kardelen dergisinin yeri apayrı olsa gerek. Otuz yaşını doldurmuş Kardelen dergisinin ve Kardelen dergisi ekibinin içerisinde olmak nasıl bir duygu? Kardelen dergisinin size kattıkları ve bu birlikteliğiniz hakkında neler söylersiniz?

Biz Kardelen ile doğduk, Kardelen bizimle doğdu. Biz belki o doğma keyfiyetinin şahısları olduk. Bu güzel bir nasiptir. Sonsuz şükürler olsun. Öğrencisi olarak bizi yetiştiren Ali Hocam’ın bir ifadesi var; “dergi yetişmek içindir.” Evet, beni topuğumdan başımdaki tele kadar yetiştiren bütün müesseseleri ile Kardelen, ama onun da arkasında ve omuz başında “Büyük Doğu” duruyor. Neden… Çünkü Kardelen’i ve nicesini ortaya çıkaran da “Büyük Doğu” mefkûresi…

Kardelen kadrosunda yer almak, Kardelen’in “fikirsizlik kışı” tespitinden ve nüvesinden hareket edersek, Adem’in ilk çocukları olmak gibi bir hal; dünyaya düşmüş olmanın ağırlığından kurtulmak için ilk vücut hamlesini yapmak gibi bir şey… Kardelen benim için bir okul olmuştur; yüzlercesi içinde bir tane olan bir “Büyük Doğu” okulu… Her şeyden sorumlu olmak, rey sahibi olmak ve üslup sahibi olmak ahlâkını aldığım yer…

Şair Yazar Sinan Ayhan Bey’in, salgın dönemi nasıl geçiyor? Son olarak hafızanızın o geniş bahçesinde yazmaya dair neler var?

Sosyal medyadan kurtulmuş olmak, salgından öte bünyeme iyi geldi diyebilirim. Daha çok yazıyor, daha çok okuyorum; dostlarla muhabbettim daha derin oluyor. Sosyal medya hem insanı köreltiyor, hem oyalıyor… Zamanın kıymeti yerini buldu gibi… Bu iki kitap da sosyal medyadan kurtulmuş olmam sayesinde çıktı. Sonsuz şükretme makamındayım. Allah bu sayede “vaktinden önce çiçek açtırmadı”. Her şeyin bir vakti, zamanı olduğunu daha çok hissettim. Kafamda, bir sıralama halinde kitaplar var, öncelikle bir roman, inşallah yayınlayabilirim, bütün metinlerde bir kuram düşündüğüm gibi romanı da bir kuramla ve incelikle yayınlamayı düşünüyorum… Allah nasip eder de kitabı yayınlayabilirsek; orada da “anlatım biçimlerini”, üslubu öne çıkaran nüansları gösterebileceğiz. Ama nasip, Allah ne dilerse o olur ve ne dilerse o güzel olur. Yeter ki Allah’ım bizi yolundan ayırmasın… “Kalbimizi O’nun yolunda sabit kılsın”…

Kardelen dergimiz için yaptığımız bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Güzel ve incelikli sorularınızı cevaplama imkânı verdiğinizi için size ne kadar teşekkür etsem az. Allah razı olsun.
Şair Yazar Sinan Ayhan

1974 yılında Kastamonu’da doğdu. Ortaokul ve lise öğrenimini Bilecik Anadolu Lisesi’nde tamamladı. İTÜ Fizik Mühendisliği’nde bir sene okudu ama devam etmedi. İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Muhasebe ve Denetim üzerine yüksek lisans yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde Finans ve Bankacılık dalında doktoraya devam etti. Doktora serüveni, yeterlilik aşamasında bekliyor. Lise yıllarında edebiyat öğretmeni Ali ERDAL ve dostları ile Kardelen Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Yüksek lisans döneminde Prof. Dr. Çiğdem SOLAŞ ile “Çin Muhasebesi’nde Kültür Etkisi ve Ahilikte Hesap tasnifi” üzerine çalıştı. Mesleği, mali müşavirlik olsa da her zaman edebiyat ile ilgiliydi. 30 yılı aşkın zamandır yayın hayatına devam eden Kardelen Dergisi’nde yazmaya devam ediyor. “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” (şiir) ve “Alt-Üst Altından ve Üstünden kalkılamayacak Hikâyeler” (Öykü) kitaplarının yazarı Sinan Ayhan evli ve bir çocuk babasıdır.

İlkay Coşkun
Kardelen Dergisi
Sayı 110, Ekim 2021
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------




26 Eylül 2021 Pazar

Çağzede Çocuk - İlkay Coşkun / Çayyolu Dergisi, Sayı 8, Eylül Ekim 2021

Çağzede Çocuk

asrın ateş deryasında kâğıttan gemisiyle. yola
başını okşayarak salanlar kızgın sulara alışık
karanlık el bilinen. tutuyormuş gibi yaparak iten
fırtına karaltısıyla zaman dalga dalga kaybolan

dağılan bu kadar beden varken nasıl toplanır ayaz
gölge ölmez, sızı bölünmez uzar sadece Aylan gibi
kadim suların kenarında soluklanır yola koyulup
nemrut ateşine karşı durur deryalar da savrulup

nirvanaya ulaştı zannedilen insan göğsü koca tasa
bekleyen figan hangisinde daha çok bahtı kara
haykırışlar, çoğu zaman vaveylâ, nefes darlığı kadardır
bundandır bağdaş kuran çığlık, göğüslerde yaradır

derya içinde su’satarak dolaşan zamanın nesine
göz şahidinin zihne işlediği kötülük aynasında
içinde vicdanı bölen çok sesli çocuk uğultusu
ters yele düşmüş gülün savrulan hali saklıdır

ölümün görgü tanığı uzun susuş ve körbakışlarda
korkma! balık hafıza tarihin en kötü tanıdığıdır
ezelden beri, gözyaşından ileri batık denizlerde
zayiat, varidatlı hesaplarda gece uykusu mudur?

öğütülen hayat zamanın hançeri görülecektir ya
oyunu oynayıp kendini avutan insan övünecektir
kayıplara intizar. taş basıp bağrına ağlayacak asıl
bugün bize yarın belki size sonuç benzeyecektir

çakıltaşı bu ve dahi yakamoz duruşlardan kimene
boğulmadan geçecek zannedilen vicdanlardan
hüzünler birikir, gözler denizlere tutsak mı olur?
of çekilir, arş yıkılır, yaşanan elem dağ. boyludur

üryansız veryansıyla gelen cellat es verir, iz bırakır
üşütür su bedenleri, geleceğin hafızası kederinde
kabustan uyanmış gibi kopan fırtına sabahı çağırır
mirası, gözün altında biriktirilen yorgunluğundadır

kısıp bakma yüzlerine, düşlerin ki yüreklere onurdur
sorgu sonrası heyecan. çığlık atmamak olmaz asla
ayna kırığına düşen gülüşleri buysa taşımak umutla
zağlı kılıç, keskin taş kenarı, fişek gibi olmak gerek

İlkay Coşkun
Çayyolu Dergisi
Sayı 8, Eylül Ekim 2021



22 Eylül 2021 Çarşamba

İnsan Dediğin - İlkay Coşkun / Çayyolu Dergisi, Sayı 8, Eylül Ekim 2021

İnsan Dediğin Fani

Dizleri Yarasız Çocuklar

2023 seçimlerinde oy kullanacak olan Z kuşağı özelinden, X, Y, Z ve Alfa kuşak muhabbetleri devam ediyor. Bu isimleri kim veriyor, neden böyle harflerle isimlendiriliyor, bu da madalyonun diğer yüzü. Dünyamıza karşı hoyrat olmamızla birlikte tezahür eden iklim değişikliği, özellikle Z, Alfa ve diğer gelecek kuşakları ciddi şekilde etkileyecek. Bu kuşaklar her ne kadar fanus içerisinde, dizleri yarasız, cep telefonu ile internet kıskacında büyüseler de, gerçek hayatın içinde dünyanın gerçekleriyle yüzleşip kocaman insanlara dönüşecekler. Başka bir cihetten imkâna sahip çocukların hâlihazıra konmalarının aşındırmasıyla gerilemeleri, geri de kalmış çocuklara yol vermeleri de kuvvetle muhtemeldir.

İnsan Ne Zaman Mutludur?

Halinden memnun kötü ve kötülüklerin rahatını kaçırmak gerekiyor. Mutlu olmak, karakter, seciye, hilkat ve şartlarla şekillendiği kadar öğrenilme cihetiyle de kazanılıyor. Genel anlamda mutluluk; insan tabiatıyla, yaşantısıyla ve sağlık durumuyla ilintilidir. İnsan, son nefesine kadar mutlu veya mutsuzluğunu belirleyemez yine de. Vicdanen müsterih yaşamak mutluluk kaynaklarının başında olsa gerek.

Kestane durumu

Çoğu zaman ergen yaşlarda çocuklar, ebeveynlerini beğenmezler. Köyden çıkan köyünü beğenmez, ülkesinden giden anavatanını beğenmezler ya! Atalarımız bu durumu "kestane kabuğundan çıkmış da, kabuğunu beğenmemiş" diye dillendirmişler. Köyde olup da şehri, ağzı kulaklarında anlatanlar da çokça. Böyle tersi durumlar yaşanmaya her zaman meyyaldir. Her yerin iyisinin de kötüsünün de var olması kaçınılmaz elbet. İnsanoğlu bu, kötüyü de iyiyi de görmede şirazeyi kaydırabiliyor. Her şeye rağmen her türden zorlamalarda, hilkatte ki özü örseleyemiyor bile. Diyapazon gibi her ahval ve şeraitte aynı sesi vermemek ve ayrıca ümidi, direnci ve şükrü taşımak gerekiyor çoğu zaman.

Bütün Şehirler Suçluysa Bu Kalabalıklar Niye?

Şehirlerle beraber yaşlı dünyamızın acıyan yanları bölüm bölüm urlaşıp uç veriyor adeta. Aidiyet alanlarını konumlayan insanoğlunun gettoları gibi mekânlaşıyor. Müesses yapıların, insanları daha kolay kontrol edebileceği alanlar gibi duruyor. Hormonal büyüme kirliliği ve çarpıklığı da beraberinde getiriyor maalesef. İnsanoğlu, şehirlerin müdavimleri olsalar bile şehirlere yabancılık kendini muhafaza ediyor. Şehirleri sadece imkân cihetiyle değil de ruh ve vicdan cihetiyle de inşa etmek en doğrusu olacaktır. Kuru kalabalıklarla, muvakkaten şehirli olunamıyor maalesef.

Kalabalıkların Bilgeliği

Sağlam bir bina inşa edebilmek için kullanılan her malzemenin iyi ve de yeterli olması istenir. Müştemilâtlardaki aksaklıklar direk bina kalitesini etkiler. Yalnız, şekilsiz kimi dolgu malzemelerine de kamufle etkisi yapar bina. Hayatın künhüne vakıf olan bireylerin çokluğu, toplumun olumlu istikamette yol almasının önünü açacaktır. Bütüncül bakış açıları her ne kadar bireysel düşünceyi örselese de bireylerin tek tek yanlış kararlarının yanında, toplumun kahir ekseriyeti doğru kararlar alabilmektedir.

İnsanın Zoru

Birebir iletişimde olduğumuz kimi insanların bazen çok zorladıkları olabiliyor. Hoyratlık gırla gidiyor. Kimileri bolca çatışıp kavga ediyor ilenerek. Bu insanlarla karşı karşıya gelmemek, problem yaşamamak imkânsız adeta. İyi ilişkiler kurmak, sohbet edebilmek bir tarafa, nasıl idare edebilirimin derdine düşüyor insan. Dünyanın güzellikleriyle yürekleri yıkamak varken kötülüğe rağbet niye? İnsan dediğin gülden nazik demirden kaim olsa keşke. Kırık bir kalple paramparça olan insan, beterin beteri vardır sözüyle avunuyor yine de.

Fazlalıklar Kaygıyı Artırıyor

Kimi mal biriktirmelerin adını koleksiyon koydular. Bu malı biriktirene de koleksiyoner dediler. Pul ya da eski araba koleksiyonu gibi. Eşyaya verilen kıymetin nişaneleri bunlar. Birikimi, kültürü, yaşanmışlığı geleceğe taşımak, bellek oluşturmak gibi güzel bir tarafı da yok değil. Ölümlerle eksilen insan daha çok olanı değil, yeterli olanı tercih etmesi gerekir. Mal-mülk bu kadar oyalayıcı olmamalı. Yani atalarımızın dediği gibi "efradını cami, ağyarını mani"

İnsanın Kokusuyla Dolan Yeryüzü

"Suya (denize) ecel gelmez" diyen atalarımız, suyun bu kadar kirlenebileceğini veya kendini temizleyemeyecek halini tasavvur edemediler herhalde. Suda, toprakta ve havadaki bu kirlilik; içinde atlar, bilumum hayvanlar besleyebileceğimiz tahammül yaylalarımızın dahi kalmayacağı sözünü bile bize gösterdi ama dersimizi alıp akıllanamadık bir türlü.

İlkay Coşkun
Çayyolu Dergisi
Sayı 8, Eylül Ekim 2021

19 Eylül 2021 Pazar

Onuncu Yıla Güzelleme - İlkay Coşkun


Onuncu Yıla Güzelleme 
                                    Vildan’ıma

zaman insanı yorsa da mutlulukla yaşanmış ömür, aşkları yıllandırıyor her zaman. geleceğe anlam katıp değerini artıran hayatın ta kendisi oluyor. koca bir ömür gıptadır bir yastıkta yaşanmışlık. bir resmin her tabloya sığmayacağı bir aşk bizimkisi. iyi günde kötü günde diyerek başlar ya. hani hayat güzel temenniler, dileklerle iç içe umutlar billur. yüreğimizle bitişik sevdamız bir merhemdir bize ne de olsa. dalga dalga yükselen hep duru iç sesimiz bir musiki nağme gibidir.

ah! şen göynüm nasıl olsa her rüzgar limanını buluyor bak yine. olacağına varırken zaman çağırıyor bizi gerçeğine. yüreğimiz her dem sevdasına yürürken aşkımıza dokunulmasın. sevinci kirpiğinden dökülen sevdiğimsin ne de olsa. gül bahçesi gönlümüzde hep laleler gülibrişim kokular büyütsün. sümbüller goncalı içimizdeki gül gürbüzleşti hep yine. yaşama sevinci denen perimiz hiç ölmesin. aşkıyla pirdaş olan meşk yolunda her gülşene yeni bir bağban bulunsun.

sana bu şiiri yazdım sevgili sevda nüveli. mısraların hatrı kalmasın çoğalsın huzur kuvvetince. aşk sergenimiz mutluluğun yakasını bırakmadan müsterih olalım. ezgi ezgi yıkanan yüreğimiz türkü gibi temiz olacak. cansuyunu vermiş gibi bağrına vuracak yine külüngü. tarifsiz bir serinlik bırakacak bize. tenimize değen zamandan ne çıkar, çizgiler artarken her sene yeni bir senle eriyen bir mum gibi olmakta ne âlâ. sonuçta yaşlanabilmek bile büyük bir kader değil mi seninle.

İlkay Coşkun
17.09.2021

10 Eylül 2021 Cuma

"Çantanın Gizemi" Hakkında - İlkay Coşkun

"Çantanın Gizemi" Hakkında

"Çantanı Gizemi" Yazar Nurdan Aladağ’ın Haziran 2021’de, Hayal Yayınları aracılığıyla okurla buluşturduğu ilk öykü kitabı. 64 sayfa hacmindeki eser 14 öyküden oluşuyor. Kitaba ismini veren “Çantanın Gizemi, Karınca Uçuşu, Seçim, Değişim, Yağmurun Rengi, Günebakan, Boş Çerçeve, Tutsak, Sihirli Ot, Uçurtma, Umudun Sesi, Yansıma, Tılsım, İz" başlıklarında öykülerden oluşuyor. Yazarın, öykü kitabını anne babasına affetmesi, kitap kapağında kullanılan görsel ve hikâyelerdeki içerikler kitapta olumlu anlamda bir bütünlük oluşturmaktadır.

Yazarın, yalın sade bir dille ele aldığı öykülerde duygular ön planda tutulmuş. Günlük yaşamdan, çocukluktan, aile ve mahalle kültüründen beslendiği ve samimi bir anlatımla okurlarının karşısına çıktığı görülmektedir. Hayatın kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü bitmesi su götürmez bir gerçektir. Ölümlerle eksilen insan yeni doğumlarla teselli arıyordur kim bilir. Öyle veya böyle hayat zorluklarla, mücadelelerle iç içe. Nasıl ki -soğuk söz duymuş gönül, kırk yaz görse ısınmazmış- sözü misali yaşananlar, gözlemler yürekten süzülüp yazarına şairine yazdırıyor. Bu daha çok mazi özlemini de taşımaktadır. "Paltonun yaşattığı duygular da onunla dolabın içinde unutulmak üzere saklanmıştı" (sayfa 23)

Yazar, birçok kez okuru şaşırtarak öyküyü diri tutmayı, merak duygusuyla okuru istekli bir şekilde sona doğru sürüklemeyi başarmış gözüküyor. Bu da bu gibi yazılarda olması gereken bir özellik. Kimi cümleleri sonlandırmaması üç nokta ile bitirmesi bunlara birer örnektir. Belki de yazarın amacı bu boşlukların okur tarafından doldurulmasını istemesi olabilir. "...ağabeyimle birlikte özel günlerinde daima yanlarına..." (sayfa 9), "Babam bir daha geri dönmemek üzere bizi yalnızlığa..." (sayfa 10)

Yazar, mesleğinin gerekliliklerini hissederek ara ara da olsa nasihat nüveli mesajlar vermek istemiştir. Öğrenme ve öğretme ekosistemini yoğun yaşayan öğretmen için tecrübenin bidayeti öncelikli ve erken olabilmektedir. Bu bağlamda varsıl tecrübe birikimi de bu nispette önde olmaktadır. Bu durumu yazarın öyküleri açık etmektedir. "Çocuk olmak yüreğinin kir tutmaması demektir" (sayfa 9), "Yıllar sanki kapı arkası" (sayfa 9), "Zamanı gelince her canlı gözünü kapatıp tekrar açtığında hayatın öbür tarafında olacak. Sevdikleri gelene kadar da orada bekleyecek" (sayfa 44)

İnsan hayatı ile tabiatın özdeşleştirilmesi hep olur. Yazar da bu pencereyi hep açık tuttuğu görülmektedir. "Ağlamalarına gökyüzü de katılmıştı" (sayfa 23), "Davet ettiğim bahar havasıyla kucaklaştım" (sayfa 25), "Aydınlık karanlığa teslim olmadan eve varmalıyım" (sayfa 28), "utangaç güneş, buz mavisi gökyüzü, belleğindeki sis bulutu, akasya sokaklar, kindar bir yağmur" vb. örnekleri çoğaltabiliriz.

Yazar, öykülerinde alıntı sözlere de yer vermektedir. "Yenerek değil, yenilerek bu noktaya geldik" (Günebakan öyküsü, sayfa 27), "Yönünü güneşe benzeyenlere çevir; toprağın altına çağıranlara değil" (Günebakan öyküsü, sayfa 27), "Hayat alt yazılı değil, alın yazılı bir filmdir" (sayfa 57)

Özellikle final bölümleri sade ama ilginç olduğu kadar dikkat çekici ve şaşırtıcı bitiyor. Öykülerin yalın anlatımın yanında şiirsel bir tarafta yok değil. "İki boncuk gözyaşı/ belleği kaplayan sis bulutu ( sayfa 7), "Yüzüne yansıyan isli duruş" (sayfa 43) vb.

Yüreğe dokunan, hayatın içinden, sosyal içerikli, dinginliği olan öyküler aynı hayat gibi. Yazarın anlatımından anlaşıldığına göre, aidiyet alanlarını konumlayan aile ve küçük çevre de yaşanan hayatlardan gerek kendi gerekse de çevresindeki yaşantılardan alıntılandığı görülmektedir. Başka bir ifadeyle özetle hayatın içinden, merkezinden öyküler desek yanlış olmaz. Bu güzel öykülerin yazarını kutluyorum. Başarılar diliyorum.

İlkay Coşkun
10.09.2021


7 Eylül 2021 Salı

"Abdülmuttalib" Romanı Hakkında - İlkay Coşkun

"Abdülmuttalib" Romanı Hakkında

"Abdülmuttalib -Keys Boşa Çıkan Oyun-" Yazar Halit Yıldırım’ın 2021 yılında Yafes Yayınları aracılığıyla okurla buluşturduğu eseri. 256 sayfa hacmindeki eser Fil Suresi meali ile başlıyor ve Fil Suresi tefsiriyle sonlanıyor.

Peygamber Efendimizin dedesi olan Abdülmuttalib’in de babası olan Haşim’in (Muttalib) Mekke yöneticiliği demek olan Dâr-ün Nedve idareciliği 490’lı yılları ile başlıyor. Mekke Emiri olan Abdülmuttalib (Şeybe’nin) mücadelesi, yine Abdülmuttalib zamanında yaşanan Ebrehe ordusunun Kâbe’yi yıkma teşebbüsü, ebabillerin bu orduyu bozguna uğratması, Peygamber Efendimizin babası Abdullah, Peygamber Efendimizin doğumu ve kısa bir süre sonra da Abdülmuttalib’in ölümüyle roman nihayet buluyor.

Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e varıncaya kadar, Hz. Musa ve Hz. İsa Peygamberleri de içine alacak şekilde konular ele alınmaktadır. Her ne kadar çok bilinmeyen bir zaman dilimi de olsa anlatılanlar, kutsal metinler, söylenceler üzerinden romanın şekil aldığı görülmektedir. Roman’da geçen her ismin ilgili kültürü, dini anlayışı ve milliyeti yansıttığı da görülmektedir.

Abdülmuttalib romanın da Arap, Hıristiyan ve Yahudi dininden, kültüründen, yaşantısından örnekler veriliyor. Habeşistan, Yemen, Irak gibi çevre ülkeleri de bu listeye dâhil edebiliriz. Mekke başta olmak üzere Medine (Yesrib), Taif, Gazze, Redman, Kulleys gibi yerler daha çok yer bulmaktadır romanda. Kaylûle, bedevî ve hadarî kültürü, sazendeler, hanendeler, rakkaseler, su kırbaları, rida, hılf anlaşması, münâfere olayı, Mekke de bulunan putlar, yedi kollu şamdan, Hıristiyan ve Yahudilerin münazaraları, yeni mühdediler, kukuletalı yoldaşlar, fal okları, amannâmeler, kutsal menorahlar ve daha birçoklarını sıralayabiliriz. Haşim (ekmek ufalayıcı), Abdülmuttalib (Muttalib’in kölesi), Şeybe (Beyaz saçlı) Keys (sinsi entrikalar) gibi birçok isimlerin anlamlarına kadar yer verilmesi Arap dili ve edebiyatı üzerine de çalışıldığına bir işareti adeta.

"Herkes mayasını hükmünü yaşar", "Rahmani işlere şeytanın uşaklarını karıştırma" gibi birçok nasihat nüveli, sosyal içerikli mesajlarla da kitap da karşılaşmak mümkün. Abdülmuttalib’in ölümü üzerine çocuklarının beyit, ağıt yakması ve Ebrehe’nin bozguna uğraması üzerine Nüfeyl’in irticalen şiir söylemesi de çok anlamlı olmuş. Yazarın ayrıca şair de olması etkin olmuştur bu duruma. Devlet yönetimine yönelik ince nüansları da görmek mümkün.

Roman’ın geçtiği 5. yüzyılın sonları ile 6. yüzyılda, İslamiyet öncesi dini ve kültürel anlayışların çok iyi irdelenerek ele alındığı görülmektedir. Gerek Kâbe’nin korunması gerekse de Peygamber Efendimizin geleceğine yönelik işaretler, kutlu doğumu engellemeye yönelik entrikalar merak duygusunu okura verecek şekilde işlendiği görülmektedir. Keyif alarak, bilgilenerek okuduğum güzel bir eser. Okunmasını tavsiye ederim.

İlkay Coşkun
Şehir Defteri Dergisi
Sayı 8, Kış 2021




2 Eylül 2021 Perşembe

"İç Hatlar" Hakkında - Kırmızı Edebiyat, Sayı 01 -2021 / Kadir Bayrak

 “İç Hatlar” Hakkında

“İç Hatlar”, İlkay Bey’in yayınlanmış yedinci eseri. Bu kitabıyla aynı anda basılan “+ Uç”  isimli şiir kitabı dışında, 2008-2018 yılları arasında yayınlanmış dört şiir ve bir deneme eseri daha bulunuyor.

Ellili yaşlara adım atmak üzere olan İlkay Bey, velud bir yazar, kalem. Kitaplaşmış eserleri dışında, Anadolu’nun dört bir yanında çıkan dergilerde de eserleri yayınlanıyor. 

Kardelen, otuz yıl önce kaleme alınmasına rağmen dumanı üstünde tüten “Çıkış Beyannamesi”nde, “… kökü kazınmak istense de, "Oku!" ve "Düşün!" diyen bir kültürün içinde "düşünen adam" nesli tükenmiş dinozor olamaz. Küsüp köşesine çekilmiş bu "yalnız gezen yıldızlar" bulunabilirse onlarla "bir maya tutturulabilir." Buna da inanmazsak, ne olur sonra halimiz?..” demişti. İşte İlkay Bey, otuz yıl önce yaptığımız tespitin bugün ete, kemiğe bürünmüş hali.

Eserin tashihini yapmak bize nasip oldu. Bundan son derece memnunum. Kitap, içimizden birinin, bizi bize anlattığı sıcak, samimi yazılardan meydana geliyor. Aslında eserin ismi de muhtevası hakkında okuyucuya fikir veriyor; İç Hatlar… İlkay Bey, bu toprakların insanı, eseriyle de bunu yüksek sesle dile getiriyor; ben Anadolu’nun, bu toprakların evladıyım diyor.

“Bisküviyi Çaya Banmak”… Kitapta yer alan yazılardan biri. Pek çoğumuzun çocukluk hatıralarında kalan ve artık unutulmak üzere olan bu alışkanlığımızı birilerinin kaleme alması gerekiyordu. Bisküviyi çaya banarak yemek, bütün basitliğinin ve sadeliğinin ötesinde koca bir milletin ortak tavrı olması sebebiyle ehemmiyetli.

“Yaşlılık Aylığı” yazısındaki “Nayıl’ın torunu” hemen bütün Anadolu köylerinde karşımıza çıkabilecek bir annemiz.

“Gelin Kaynana” yazısındaki tespitler, kültür coğrafyamızın tamamı için geçerli.

“Çaylar Sıcak Olsun” yazısı aslında yazarı ve eserini tanımak açısından ipucu mahiyetinde bir yazı. “Dostluğun nişanesi çay; fakirlerin, yalnızların millî içeceği, şairlerin ilhan kaynağı değil midir?” diyen yazar, çay içmeyi bir sanat haline getiren milletlere de dikkat çekiyor. Çay içmenin bir kültür haline geldiği toplumların dünün, bugünün ve yarının dünyasına yön veren, verecek milletler olması hayli ilginç. Yazarın çayı tarifinde kullandığı tamlamalara dikkat; muhabbetlerin vazgeçilmesi, yazın iç ferahlığı, ailede tat, dostla hoş sohbet… Çocukların çayla tanıştırılması ve çay kültürünün devamını sağlamada kullanılan tabir; “paşa çayı”. Çaya özensiz davranmanın yadırgandığını, poşet çaya, elektrikli su ısıtıcı üzerinde demlenen çaya, plastik bardakla ikram edilen çaya gösterilen tepkiden anlıyor, yazarımız. Eser, beş bölüm halinde kaleme alınmış; İnsan, Kitap, Dava, Şiir Sanatı ve Dönüş. Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık bünyesinde çıkan kitaba kitapyurdu.com isimli internet sitesinden ulaşılabilir.

Yazarımızı, tebrik ediyor, daha nice eserler kaleme almasını temenni ediyoruz.

Hayırlı uğurlu olsun…

Kadir Bayrak
Kırmızı Edebiyat
Sayı 01, 2021