"Bize Anadolu'ya sevdalı yürekler lazım"
Aynur Özçelik
Yazar Aynur Özçelik ile “Aslın Astarı” Kitabı Bağlamında Konuştuk
Konuşan: İlkay Coşkun (Mayıs 2025)
Kültür Ajanda Dergisi
Mayıs 2025, sayı 138
Merhabalar. Söyleşiye geçmeden önce Yazar Aynur Özçelik’in Mart 2025’te KDY etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu “Aslın Astarı” deneme kitabı hakkında kısa bir değinide bulunmak istiyorum izninizle. Elli deneme yazısı ile çiçeği burnunda yeni bir eser. Yüz yetmiş iki sayfa hacmindedir. Kitaptan edindiğim ilk intiba bütün yazıların, Müslümanca bir duruşun, duyuşun ve tavrın sabitesinde yol aldığını söyleyebilirim. Başka bir ifade ile Kur'an'da geçen “denge” ve “ölçü” doğrultusunda bir bakış serimleniyor. Tematik olarak, “batının şarkiyatçı-oryantalist zihniyeti, göç, acılarımızın ön cephesi hüviyetindeki Kudüs-Filistin zulmü, bu bağlamda İslam düşmanlığı, Rusya-Ukrayna savaşı, ırkçılık, deprem, modernleşme. Bütün darbelerle beraber 15 Temmuz darbe girişimi, Fetö, Lgbt, kadınlardaki güzellik algısı, camilerde kadınlarımıza ayrılan yerler üzerine bir eleştiri, evlilik, köy odaları, türkü, kilim, çeyiz sandığı, turnalar, tatil, bayramlarımız, sıla-i rahim, sağlık, yol-yolcu. Soyut kavramlar olarak da saygı, dua, sevgi-aşk” gibi birçok konuya değinildiğini görmekteyiz. Bütün anlatımlarda, titiz bir irdeleme ile birlikte derin bir sorgulayış, ayrıntı sekmenleriyle beraber konuların içeriğine nüfuz edilmektedir. Beklenti ve arzuhal yaklaşımlarla içerik daha da zenginleştirilmektedir. Ayrıca bütün bu anlatımlarda konular, çözüm önerileri ile birlikte sunulmaktadır. İçeriğin derinlikli ve etraflıca analiz edilmesinden müstefit oldum. Kitabın okunmasını tavsiye ederim.
Sorularıma geçecek olursam; Her birkaç yüzyılda bir gerek doğu-batı medeniyetleri gerekse de dinler üzerinden şekil alan diğer medeniyetler arasında inişli çıkışlı süreçler her daim yaşanmaktadır. Bilimde ve sanatta altın çağlarımızı yaşayan biz Müslümanlar, bu çağda Batı Medeniyetini geriden takip ettiğimizi söylesek yanlış olmaz. Bir örnek verecek olursak; Endülüs-Emevî Devleti’nin İspanya’da sekiz asra varan hâkimiyetini hatırlayalım bir. Endülüs’e gidişimizden sonra geri dönüşümüz de oldu maalesef. Gerek Osmanlı gerekse de Türkiye Cumhuriyetinin şu ana kadar yaşadığı zamanı bir araya getirsek dahi, sekiz asırlık Endülüs-Emevî Devleti hâkimiyet süresine ulaşamadık. Her canlı gibi medeniyetlerin de büyüyüp küçülmesi hatta ölmesi de bir vakıadır. Bu bağlamda medeniyetlerin önde veya geri de olmalarını nelere bağlıyorsunuz?
Merhaba Kıymetli Hocam. Öncelikle size ve sizin nezdinizde tüm Kültür Ajanda okurlarına saygılarımı sunarak cümlelerime başlamak istiyorum. İfade ettiğiniz gibi henüz “çiçeği burnunda” bir çalışmanın heyecanı içerisindeyim. İstifade edilecek bir eser olmasını temenni ediyor ve nice çalışmalarla buluşmayı diliyorum.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi “medeniyet” kavramı yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı olmak üzere iki eksen üzerinde varlık gösterdi. Fakat burada mühim bir detayın altını çizerek başlamak isterim müsaadenizle. Medeniyet bir toplumu oluşturan ekonomiden siyâsete, edebiyattan hukuka, gelenek/görenekten töreye, mûsikiden kullandığı dile ve benimsediği inanç sistemine kadar geniş bir çemberin mevzuudur. Cemil Meriç’in tanımlamasında ifade ettiği gibi “irfan, teşkilat ve nizam, ruh ile dimağ, fazilet ile terakki” kavramlarının mânâ ve fiilinde mayalanır medeniyet. Aslında medeniyet bir toplumun fıtrî meselesidir ve merkeze İslâm’ı alır; İslâm o medeniyeti şekillendirir. Çatısının altına tüm mahlûkatı aldığı gibi temel prensibinde imar, iskân ve ihya etmek gibi kucaklayıcı bir davranma refleksini büyütür.
Fakat Batı ve Batılı bu kavramların hiçbiriyle dokusal anlamda uyum sağlamaz, sağlayamaz. Batı’nın metodu, pragmatist kodların üzerine oturtulmuş, insanı dahi metalaştırmış bir sistemdir. Dolayısıyla Batı’yı medeniyetten ziyade “uygarlık” kavramının perspektifinden değerlendirirsek çok daha isabetli olur.
“Uygarlık” kavramı etimolojik olarak da Batılı (Latince) bir kökene sahip. Bizden olmayan, bizimle uyum sağlayamayan bir yol alış… Çünkü Batı, tüm düzenini sömürme üzerine kurgulanmış ve dünü, bugünü, yarını madde merkezli tasavvur etmiştir. Bilimi, teknolojiyi, sanatı, hukuku dahi kendi için tasarlar. Uygarlık; teknolojik ve bilimsel gelişmelerle kendi güç ve hâkimiyetini teminat altına alır. Bugün Orta Doğu’nun ve Afrika kıtasının içinde bulunduğu hâl bir medeniyetin değil, bir uygarlığın parmak izleridir. Elbette bu ayrımın örneklerini çoğaltabiliriz; hatta Antik döneme kadar bile götürebiliriz. Roma’da sütunlar yükseldi, şehirler kuruldu fakat hedonizmden beslenenler için arenalarda da vahşi hayvanların önüne insanlar birer et parçası gibi atıldı.
“Medeniyetlerin önde ve geride olmalarının sebepleri nelerdir?” sualinizin cevabının ise çok cenahlı olduğunu düşünüyorum. Batı, Orta Çağ döneminde bu geri kalmışlığı çok derin ve de karanlık bir şekilde yaşadı. Çünkü “din” kavramı toplumsal sınıflar oluşturduğu gibi kilisenin öncelikli çıkarları doğrultusunda da tüm yetkiyi elinde bulundurmanın zirvesindeydi. “Rönesans” dediğimiz Aydınlanma hareketiyle beraber kilisenin varlığını sorgulayan Batı, kendini pozitivist bir düzlemde revize ederek hedefe Doğu medeniyetine oturttu. Bu manada Haçlı seferlerinin oldukça yıkıcı etkilerinin olduğunu biliyoruz. Fuat Sezgin bu seferlerin askerî boyutlarına ek olarak bölgelerdeki teknolojik aletlerin yanı sıra tıbbî alet ve ilaçları da beraberlerinde Avrupa’ya götürmüş olduklarını söyler. Bu, maddî tesirlerdir.
Manevî tesirlerine ise Cemil Meriç’in kavramları üzerinden cevap vermeyi dilerim. O, medeniyeti “irfan, fazilet ve ruh” gibi kavramların üzerinden anlatırken İslâm’ı medeniyetin çatısı olarak değerlendirmişti. Sanırım biz önce bu kavramların anlamlarından azat edildik. Kelimelerimiz değişince algılarımız istikâmetini kaybetti; bu da hafızamızı zayıflatarak silinme noktasına getirdi. Bu, bugünün değil bir buçuk asırlık bir mesele… Tanzimat döneminin bize miras bıraktığı “Batı hayranlığı”nın ise hâlâ ve şiddetle tesirindeyiz. Üstü örtülmüş bir hazinenin üzerinde gezindiğimizin farkındayız fakat buna dair bir idrak oluşturamadık ne yazık ki! İslâm’ın ruhunu anlamak yerine şekliyle meşguliyetini arttırmak bizim en büyük yanılgımızdı belki de. Hikmeti, Mushaf kaplarının içinde duvarlarda asılı dururken sadece kural ve kaideleriyle parmak salladık birbirimize. Toplumsal kuvvenin yegâne dinamiğinin İslâm’ın cem olma, cemaat olma tavsiyesine bigâne oluşumuzdan şu an bu ayrışmanın aynı zamanda savrulmanın hazin neticelerini yaşıyoruz. Bizim medeniyet hafızamıza derin bir sondaj vurmamız lazım diye düşünüyorum.
Batılı emperyalist, materyalist, sömürge eksenli ve zulme dayalı düzen, şekil değiştirerek de olsa hayatiyetini sürdürüyor maalesef. Biz Müslümanların bu sistemlere karşı itirazları hep olmalıdır. Gerek alternatif önerilerimiz gerekse de söylenecek sözümüzün olması bağlamında neler söylersiniz? Aynı zamanda Evanjelist, Siyonist, Oryantalist çeteleri zapt etmek bu gün için ne kadar mümkün?
Teşekkür ediyorum. Elbette ki en küçük eylem bile eylemsizlikten çok daha önemlidir. Bu, kalbî olarak buğuz etmek noktasında olsa dahi. Hakikat şu ki; bu vaziyet hemen ve derhal değişebilecek türden değil. Bir sürecin içerisinde vizyonel bir tavrın stratejik hamlelerini geliştirmeliyiz aciliyetle. Bunun temel basamağının ise eğitim/öğretim metodunun içinden geçiyor olduğuna inanıyorum. Öncelikle kendi kavramlarımızla bir ünsiyet kurmalıyız. Örneğin; “özgür” olmanın çok daha ilerisinde “hür” olmanın azametini, “öğrenci” olmaktan ziyade “talebe” olmanın bizim ihtiyaçlarımızı ve mefkûremizi karşılayacağı yönünde zihin haritamızı çizmeliyiz. Akabinde ise millet ve ümmet olma bilincini yerleştirirsek çok daha büyük hamleler yapabiliriz. Özellikle Siyonist terörizmine karşı ekonomik olarak büyümek ve güçlenmek zorundayız. Bunlar uzun vadede ulaşacağımız neticeler. An itibariyle yapılabilecek hamlenin evlerimizde, çocuklarımıza kuracağımız cümlelerin içinde saklı bana göre. Farkındalık, duyarlılık ve diğerkâmlık çocuklarımıza ufuk açacak kuvvetli hissedişlerdir. Boykot bu duruşun aslî bir ifadesi.
Sorunuzun devamında bahsettiğiniz kavramların; bilhassa da Oryantalizm ve Sömürgeciliğin dinî, ticarî ve siyâsi sebepleri bugün hâlâ Doğu coğrafyasında varlığını sürdürüyor. Doğu’nun kaynak ve kültür zenginliği Batılının projelerinin hacmini büyütüyor aynı zamanda. Bu duruma karşı refleks olarak ilk sıraya sanat ve siyâset gibi güçlü sahaların argümanlarını koymalıyız bana göre. Kendi membaından beslenen ve kendi değerleri üzerinden siyâset yapan, sanat faaliyetlerinde bulunan kimlikler bizim idrak noktamızdaki pusulalarımız olacaktır. Diğer türlü kendimizi Batılının ifadelerinden dinlemeye teşne olduğumuz müddetçe bu “izm”lerin bizdeki asimilasyona uzun müddet maruz kalırız. Ama Müslüman kimliğinin ümitsiz hatta gayretsiz olma gibi bir yanılgısı olamaz. Siyâset muhiti için ümit var olduğumu ifade ederken, sanat gibi yelpazesi geniş bir alanın bir ideolojinin esaretinden azat edecek adımları atıp, yankı almak için ses verme bilincini kuşanmalıyız diye düşünüyorum.
Bir önceki soruma ek olarak, Filistin’deki yaşanan vahşet başta olmak üzere dünyanın yaşadığı açmazlara biz Müslümanların söyleyecekleri şeyler başka nelerdir sizce? İslam toplumlarının dün olduğu gibi bugün de yaşadığı çıkmazları göz önüne alırsak geleceği nasıl okuyorsunuz?
Gazze’de yaşananlar, Müslüman toplumların da ötesine geçerek tüm insanlığın meselesi hâline aldı. Yönetimlerin aksine halkların tüm dikkâti Gazze’de yaşanan vahşete tepki vermekten öteye geçmiş, içselleştirilerek sahiplenilmiştir. Hatta Siyonizm’in bu kriz hâline (eylem noktasında) Müslüman olmayan halklar Müslüman olanlara nispetle daha yüksek sesle karşılık verdi. Burada kendimizi sigaya çekmemiz kaçınılmaz bir zaruret! Nedenleri ve niçinleri üzerine derin bir tefekkür lazım. Odaklandığımız nokta şiddetin cereyan ettiği fiziki sahalar; ama sokağımızda, mahallemizde, dahası evlerimizin içine sızan kabuller bizi o kadar pasivize etti ki, asıl zulüm zihinlerimizin içinde, an be an yaşanan katliamı donuk ifadelerle seyreden bakışlarımızda.
Geleceğe İslâm coğrafyasının üzerinden bir yorum getirmek gerekirse Gazze bize çok şeyler söylüyor. Gazze’den daha fazlasını ise İsrail söylüyor. Dünya üzerindeki plân ve tasavvurlarının sınırsızlıkları dehşet verici. İdeolojileri diğer tüm insanları “mahlûk” gören bir inancın zihin dünyası hiçbir insanî erdemi barındırmıyor bünyesinde. İslâm devletleri siyasî anlamda bu terörizme karşı mutlaka ortak bir bilinç oluşturmak zorunda! Anadolu’da “her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden kopar.” İfadesi kullanılır. O kanaati sahiplenmiş biri olarak her birimiz mücahit bir ruh kuşanırsak imkânlarımız ölçüsünde, zaferin de nasip olacağına iman ediyorum.
Dünya yarışında, ülkelerin ve medeniyetlerin maddiyatı yanında kültür, sanat ve edebiyat gibi alanlarda da yarışlar yapılmaktadır. Yahya Kemal’e Viyana’ya kadar bu milletin nasıl gittiği sorulduğunda şair; “Mesnevi okuyup bulgur pilavı yiyerek” karşılığını vermesi manidar olsa gerek. Bu yarışta Mesnevi - okumayı, bulgurda - varlığı imliyor bir nevi. Kültürde, sanatta ve edebiyatta eski parlak günlerimize dönebilmemiz mümkün mü?
Yahya Kemal’in cevabı tüm kilitli kapıların şifresi gibi… İnsan, çok cenahlı bir varlık; aynı zamanda öğrenerek gelişen, bu öğrenme melekesini de görerek, işiterek ve düşünerek geliştiren muazzam bir tasarım. Sanatın evrenselliği bana göre insanın boyutundan, derinliğinden mülhem bir kabuldür. Diğer türlü sanat durağan ve sabitesi olan bir meşguliyet olur ki; onu da insanla ilişkilendiremeyiz. Sanat eserinin neşet ettiği kaynak ise insanın aidiyet kesp ettiği değerler bütünüyle doğrudan ilintilidir. Elbette ki etkileşim çok tabii ve de tetikleyici bir unsur sanatın icrasında. Çünkü insanı yansıtan, insanla varlık bulan bir meşguliyetten söz ediyoruz. Burada Yahya Kemal’in cümlesi tam da medeniyet kodlarımız üzerinden alınacak bir yolun zaferine vurgu yapıyor. “Eski parlak günlerimize dönebilir miyiz?” düşüncesi elbette ki hareket isteyen bir tahayyül edişle doğru orantılı. Biz, “Nesrin Çaylı Yazarlık ve Düşünce Atölyesi”nde bu tasavvurun kodlarını Doğu/Batı sentezi üzerinden Hocamızın ilmi aktarımlarıyla etüt ediyoruz. Kıymetli Hocam; biz toprağı sürdük ve tohumu attık. Ümit varım, çünkü tedrisatımızın inkişaf edeceği vakitlere koşturuyoruz, çok şükür.
Günümüzün modern ve materyalist insan dayatması ile seküler kanonun kendisini baskın hale getirmesiyle beraber Müslümanlarında bu akıma fazlasıyla kapıldıklarını söylesek yanlış olmaz. Bir insanı, namaza götürmek zordur ama aynı insanı kahveye götürmek daha kolaydır. Öğle ki haz, hız boyutunda bir hezimet çıkmazı yaşanmıyor değil. Sizin ifadenizle “Manayı nötrleyerek maddeyi ön plana taşımak” anlayışı çok yaygınlaştı maalesef. Biz Müslümanların böyle zihin detokslarından kurtulma yol ve yöntemlerini sorsam?
“Müslüman kimliği” birçok ezber cümlelerimizden sadece bir tanesi Kıymetli Hocam. İsimlerimizin önündeki sıfat gibi duruyor maalesef. Bu, çok etraflıca konuşulması gereken bir mevzuu... Alev Alatlı’nın bir konuşmasındaki cümlelerinin satır arası bu kimliğin nereye evrildiğinin belki de en net misâli olabilir. Alatlı’nın: “Her yasal hak helal değildir.” cümlesi dil üzerinden zihnimizin nasıl şekillendiğini o kadar net anlatıyor ki. Bize muadili gibi sunulanların içerik olarak uyuşmadığını başka nasıl anlatılabilirdi, bilemiyorum. Yaptığımız kavram takasları konunun özünden çok ötelere taşıdı bizleri. Artık herhangi birisiyiz; kuzey yarım kürede Norveçli birinin değer yargılarıyla bizim değer yargılarımız arasında hiç fark yok gibi. Bu vaz geçiş zamanla davranışlarımıza sirayet etti. Biz, bir asrı geçkin bir zamandan beri sekülerizmin kavramlarıyla düşünmek için gayret sarf ediyoruz. Bu ifadeyi kullanırken de Batı’yı basit bir dille suçlama imasından imtina ettiğimi de ifade etmek isterim. Bu kolaycı, sorumluluk dairesinin dışında, tam manasıyla “suçlayıcı” bir dil olur ki, o hâl bizim çaremiz değildir. Bizim acilen kavramlarımızı ikame ederek bir başlangıç noktası belirlemeliyiz diye düşünüyorum.
Yazılarınızda zaman zaman Yazar Nesrin Çaylı hanımefendinin yazma serüveninizde ki yerinin çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Mesela sizin hakkınızda Nesrin Hanım’ın şöyle bir ifadesi yer almaktadır. “Erzurum’un göğe değen dağları kadar güçlü bir zihne, Ege Deniz’inin dalgaları gibi naif bir kalbe sahip” Şeklindedir. İnsanın kendisi için bir şeyler söylemesi zordur ama özellikle yazım güzergâhınızda Nesrin Çaylı Hanım’ın yeri ve Kültür Ajanda dergisinin fonksiyonu hakkında neler söylersiniz?
Nasip, takdirin kula ulaşmış hâlidir. Biz yaşamı nasip üzerinden değerlendirir; olanda da olmayanda da daima bir hikmet ararız. Benim Nesrin Çaylı Hocamla yol yürüyor olmam nasibin kula ulaşması noktasında müstesna bir örnek. Bununla beraberde kabul olacak duamın kaderi bir karşılaşmasıydı. Kendileriyle tanıştığımda İstanbul’daki atölyesinden konuşulunca “keşke ben de katılabilsem!” dediğimi hatırlıyorum. Ve dilden düşen ömre nasip oldu pandeminin gelmesiyle.
Nesrin Çaylı Hocamla yol almak sağlam ve dirençli bir zihin, derin bir hissediş ister. Bununla beraber yaka iğnesi gibi taşıdığımız tüm ezber bilgilerden arınmış bir hazır olmuşluğu gerektirir. Kolay değil; ama nitelikli bir ilerleyiş. İçselleştirerek, emin olarak, analitik bakış açısıyla ve insanı merkeze alarak kuşanmayı temel dinamikler olarak kabul eder. Elbette ki pergelin ayağını daima Hakk’ın üzerine koyarak daire tamamlanmalıdır. Onun dünyayı okuma pratikleri bize önümüze bakmaktan öte ufka bakmayı işaret ediyor daima.
Kültür Ajanda ve Haber Ajanda ise benim yazın dünyasına gözlerimi açtığım yer. Baba ocağı, ana kucağı da diyebiliriz. Kıymetli yazarlarımızın fikir dünyalarından çok besleniyorum bu alanda. Bilhassa Yavuz Selim Hocamın yazılarımızı sayfalarında ağırlaması çok kıymetli. Kendilerine kalbî teşekkürlerimi iletiyorum.
Yazılarınızda kadın ve anne duyarlılığını ve hassasiyetini de görüyoruz. Mesela camilerimizde kadınların namaz kılmaları için ayrılan yerler hakkında eleştirilerde bulunuyorsunuz. Kuytu, izbe, karanlık yerler seçilmesinden mütevellit nezaketten, zarafetten ne kadar uzaklaşıldığının altını çiziliyorsunuz. Bu bağlamda ve genel anlamda Müslüman kadın olmak ve yeri hakkında neler söylersiniz?
Bu soru için özellikle teşekkür ediyorum Hocam. Çünkü söyleşinin başından itibaren üzerine cümleler kurduğumuz tüm konuların çözüm noktasında ana karakter olarak kadını görüyorum. Kadın, Kıymetli Hocamın da ifadesiyle bir “mektep” vazifesi görüyor dünyada. Yazılarımda da ifade ettiğim üzere kadının fıtrî kodları çok hırpalandı. Sanayileşmeyle beraber kadın, farklı tanımlamalar üzerinden anlamlandırılmaya başladı ki, bunun zararlarını yine en çok kadın yaşadı. Bu manada Müslüman olan ya da olmayan diye ayırt etmiyorum; çünkü kadının kendisi meselenin özüydü. Fakat ayrıcalıklı olarak da Müslüman kadın daima bir kıyasın malzemesi edildi. “Batılı” normlar üzerinden belirlenen sözüm ona “seviye” dayatmasıyla üstü kapalı ya da açık hep işaret edildi. En hayatî olanı ise “eşitlik” gibi ne tarafından tutsanız elinizde kalacak bir kavramla erkekle arasındaki o muazzam dengeyi alt üst ettiler. Kadının davranışı, kelime seçkileri, yaşamdaki hedefleri, öncelikleri tamamen değişti. Aslında Müslüman kadınlar olarak bizim muazzam rol modellerimiz var. Hz Hatice validemizin ticaretle meşgul olması kadının dış dünyayla olan entegrasyonunu örnek alacağımız müstesna bir örnek. İlim hususunda Hz Ayşe validemiz yine öyle… Yakın zamanlardan Ayşe Hümeyra Ökten Hanımefendi’nin yaptığı hizmetler gibi nice örnekler verebiliriz. Bizim ne kahraman ne de model transferine ihtiyacımız yok.
Daha çok Türk-İslam anlayışımızla şekillenen, kadim Anadolu kültürümüz de kitabınızda yer almaktadır. Kilim, türkü, köy odaları gibi yazılarınızda bunu görmekteyiz. Kültürümüzü, geleneklerimizi ihya etmemiz noktasında ki nirengi noktaları, yol ve yöntemleri hakkında neler söylersiniz?
Hocam, bize Anadolu’ya sevdalı yürekler lazım. Anadolu’nun curasından çıkan sese, bir gelinin avucuna yakılan kınaya yanan gönüller. Kilim gördüğünde nakışına hayâller düşüren, dilinden Pir Sultan Abdal’dan cümleler düşen gönüllere. Düğünlerin, cenazelerin o birlik ruhunu metropollere taşımaya talip adanmış gönüllere. Bunun için de Anadolu’nun kapılarını bir kere daha milletine açmak gerekli. Bizlere de çok görevler düşüyor. Bizler yazılarımız da o kadim toprakların mirasından aktarımlar yapmayı artırmalıyız. En hayatî olan ise maarif modelimizin bileşenlerinin Anadolu’yu işaret etmesi çok önemli.
Yazmaya dair projelerinizde başka neler var desem?
Yazmak; durağanlığı olmayan bir ihtiyaç benim için. İlk kitabımızla buluşmuş olmak bu anlamda çok motive edici. Bir öykü kitabının hazırlığı var, çok şükür. Bu, akrep ve yelkovan hikâyesi… Kalem dairesini tamamlaması için yelkovan olarak etrafında dönmeye talibim, elhamdülillah. O daire Hakk’ın yanında, millî tasavvurlarla donatılarak tamamlanacak inşallah.
Aynur Hanım, Kültür Ajanda Dergimiz için yaptığımız bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Yazım serüveninizle birlikte sevdiklerinizle beraber sağlıklı, hayırlı güzel bir hayat dilerim.
Ben de, öncelikle size ve şahsınızda Kültür Ajanda Dergisine teşekkürlerimi sunuyorum.
Aynur Özçelik
1974 yılında Erzurum’da ev hanımı bir anne ve memur bir babanın dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Edebiyata ve yazmaya olan merakı edebiyatçı bir ağabeyinin kitaplarla olan iç içe mesaisinden neşet etmiş, ruhuna nakış nakış işlenmiştir. Bu iştiyak, “Nesrin Çaylı Yazarlık ve Düşünce Atölyesi”nde aldığı edebiyat ve analitik düşünce etütleriyle fikri ve hissi iştiyakla yazdıkça yazma tutkusu büyüdü. Uzun süreli bu eğitimlerle paralel olarak Kültür Ajanda ve Haber Ajanda Dergilerinde öykü ve denemeleri yayınlandı. Aynur Özçelik evli, iki çocuk annesi ve İzmir’de ikamet ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder