Çikolatalı Dürüm
Çikolatalı Dürüm
Yedi çocuklu aile ve
dar bir gelir. Dokuz çift ayakkabı, dokuz doyurulacak kara boğaz. Dokuz can,
dokuz kişilik gider kalemi. Buradaki
amaç kesinlikle ajitasyon yapmak değil. Bir tespitte bulunma, bir döneme ışık
tutma, bir yaşanmışlığa kalem olma. Yaşı kırkın üzerinde olan nesil aza kanaat
etme durumunu daha çok yaşamıştır. Her ne kadar sınıf nitelemelerine karşı olsam da orta tabaka denen kesim o dönemlerde zorlukları daha bariz şekilde
yaşadığı ise bir gerçek.
O yıllar her hanede bir maaşlı veya emekli birilerinin olduğu yıllar değildi. Ne atmış beş yaş üstü maaşı vardı, ne engelli maaşı, ne muhtar maaşı ne de köylü birisinin hastanelere gidip muayene olma lüksü vardı. Koskoca köyde bir imam birkaç öğretmeni saymaz isek maaşlı hiç kimse yoktu.
O yıllar her hanede bir maaşlı veya emekli birilerinin olduğu yıllar değildi. Ne atmış beş yaş üstü maaşı vardı, ne engelli maaşı, ne muhtar maaşı ne de köylü birisinin hastanelere gidip muayene olma lüksü vardı. Koskoca köyde bir imam birkaç öğretmeni saymaz isek maaşlı hiç kimse yoktu.
Her geçen nesille
birlikte tarlalarda bölünmeler olur. İç içe küçücük odalarda hayatlar farklı
yaşanırdı. Hiç kimse devletimize yük değildi. Herkes kendi yağında kavrulurdu.
Ağrı olunca ağrı yerine “iplik düğümleme”,
ciltte bir yanık olursa kalemle çizme ve okuyup üfleme, kaybolan canlı
hayvanlar için “kurtağzı bağlama”
yılları idi. Paradan çok değiş tokuşun alışverişte geçerli olduğu zaman idi.
Köy bakkalında arpa, buğday ve yumurta yerine yağ, şeker, tuzla değişimler
yapılırdı. Özellikle gençler şuan bahsini ettiğim yoklukları bilmedikleri için
kaç yüz yıl öncesinden bahsediliyor yanılgısına kapılabilir ama çok değil otuz
kırk yıl öncesinden bahsediyorum. Bazı istisnai durumları saymaz isek, bizim
nesil tarımını genel anlamda öküz kağnı ile yapmış nesilden oluşur. O yıllarda
bizim köyde ellinin üzerinde sabanı, kağnısı, öküzleri olan aile vardı. Birisi
de bizdik tabii. Dedemin yaşlılığında köyde çok az kağnı kalmıştı. Rahmetli
dedemin öküzlerini sattırma gayretlerimi hatırlıyorum. Çocukluğun verdiği
psikoloji ile öküzlerimizin, kağnımızın olmasından utanırdım. Yaklaşık on
kilometre uzaklıkta olan un değirmeninin olduğu köye buğdayları kağnılarla
götürürken yol boyu köylerdeki insanların bize fakirsiniz bakışlarına sinir olurdum. Rahmetli dedemin de bu yaştan
sonra at koşumu yapamayacağı ve traktör alamayacağını söylemesiyle yaşadığım
tarifi imkânsız yıkılmışlığım.
Saban, döven,
anadut, dirgen, boyunduruk, mazu, ok, nal, kayış, nodul gibi nice kelimeleri
günlük dilimizde kullanırdık. Çocukluğumda aklımda kalan en önemli şey çalışma
idi. Dört beş yaşlarında başlayıp bir ömür süren iş maratonu. Gece-gündüz üst
seviye de yürütülen zorlayıcı bir maraton. Belli bir yaş üzerindeki
ebeveynlerin -fakirdik ama mutluyduk, az
tüketirdik ama huzurluyduk- gibi maziye yönelik kurdukları ifadeleri çok
kullanmayacağım. Her dönemin kendine özgü şartları vardır. Yaşanılan zamanlar
arasında kıyaslama yapmayı çokta doğru bulmam.
Ortaokula giderken
bir ceket pantolonla bir ayakkabıyla seneyi tamamlamak bizim nesil için sıradan
bir durumdu. İlkokulda çantalarımız eskimiş gömlek kumaşlarından dikilirdi. İlkokul
fotoğraflarıma bakıyorum bütün öğrenciler lastik ayakkabı giyiniyorlardı o
dönem. Bu listeyi uzatmak pekâlâ mümkün.
Çiftçilikte sabanı,
kağnıyı kullanan son nesil olan bizler en hızlı değişmeyi, gelişmeyi gün gün
yaşadık ve yaşıyoruz. Avantajlarımız ve dezavantajlarımız vardır muhakkak ama
görerek yaşamanın ayrı bir farkındalığı olduğu da bir gerçek. Bizler bu kadar
yaşanmışlığı hafızamızda canlı taşıyoruz ama son hız değişimlerin yaşandığı bu
zamanda çocuklarımızın hafızasında kalıcı anıların çok az olacağı
düşüncesindeyim.
Gelelim “çikolatalı dürüm” mevzusuna;
Yetmişli seksenli
yıllarda yurt dışında özellikle Almanya’da yaşamak gözde idi. Gurbetçilerimizin
gıcır gıcır arabaları köyümüzün yollarında fiyakayla yol aldığı yıllar idi.
Annemin baş tutması ile yazın gurbetçi köylülerimizin birçoğuna hoş geldine
giderdik. Aklımda kalan en diri ayrıntı, gurbetçilerin evlerine giderken canlı
kaz ve tavuk götürürdük hediye olarak. Ellinin üzerinde kazımız ve bir o kadar da
tavuğumuz olurdu her zaman. Bunların bir kısmını hediye kontenjanına ayırırdı
annem. Hediyenin dönüşü genellikle çocuk elbiseleri, ufak elektronik aletler ve
oyuncaklar olurdu çoğunlukla. Gurbetten gelen bir komşumuz da çikolata
getirirdi her sene. Evine hoş geldin demeye gittiğimizde, biz çocuklara ekmek
arası çikolata ikram ederdi. Daha doğrusu ikram ettiği ile kalırdı. Gurbetçi
teyzemizin, “çocuklar çikolatalı dürüm
yer misiniz?” sorusunu annem önden cevaplardı. “Bizim çocuklar yemezler” demesi üzerine teyzemiz de çokta ısrar
etmezdi nedense. Bu durumun birkaç sene üst üste yaşanması, hafızamda ne yazık
ki acı bir tat olarak kaldı.
Bir filozofun, “ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın,
yaşadığınız ilk yirmi yıl ömrünüzün en uzun yarısıdır” dediği gibi çocukluk
ve gençliğin ilk dönemleri hafızalarda daha çok kalıyor. Her dönemin çocukları,
gençleri için geçerli bir durum olsa gerek. Çocukluk ve gençlik yıllarımızdaki
zorlukları öne sürüp o zamanı olumsuz ilan edemediğimiz gibi bu zamanın
gençlerini de gereksiz yere yargılayamayız. Bazen hayatın önünde veya ardında
kalsak da hayatımızı gelişine yaşıyoruz aslında.
İlkay Coşkun
-Külliye Mecmuası-
Sayı 12, Kasım 2017
Sayı 12, Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder