12 Temmuz 2019 Cuma

Şair Yazar Hayrettin Durmuş ile Söyleşi

Şair Yazar Hayrettin Durmuş ile
Kitaba, Şiire, Dergilere ve Hayata Dair Söyleşi
Söyleşi Soruları: İlkay Coşkun (Temmuz 2019)
 
“Soylu Sevdalar”, “Çağır Beni”, “Kapına Geldim”, “Araya Dünya Girdi”, Bir Irmaktır Yaşamak” ve son olarak “Kitap Yürekli Adamlar” okurlar ile buluştu. Şiir yıllıklarında ve birçok yetkin dergilerde şiirleriniz ve yazılarınız yer buluyor. Bu üretkenliği neye borçlusunuz?

Bir yazar niçin yazar? Neden bölüşmek ister içindekileri? Bu sorulara her yazar farklı cevaplar verebilir. “Yazmasaydım deli olacaktım.” diyen Sait Faik’i analım ve düşüncelerimizi sizinle ve okurlarla paylaşalım isterseniz:

Yazmak için gerekli olan şey; kalem, kâğıt ve daha da önemlisi gümrah ırmaklar gibi çağlayan aşk dolu bir yürektir. Aşkla çağlayan bir gönül yoksa ne yazı yazabilirsin ne de şiir. Kalem ve kâğıdı bulmak zor değil çağımızda. Yazmak sadece bu ikisine bağlı olsaydı herkes yazardı. Yazabilir de ancak yazdığından ne kendisi tat alır, ne de okuyan lezzet bulur. Ne demişler; “Herkes sakız çiğner ama Türkmen gelini bir başka çiğner.” Demek ki yıldız da olsanız fark edilmek, seçilmek için diğerlerinden daha parlak olmak zorundasınız. Neşet Ertaş’ın diliyle söyleyecek olursak “Aşkınan çalışan yorulmaz.”

Elbette her işin başı aşktır. Coşkuyla yapılmayan iş ne sahibine, ne de başkalarına fayda verir. Kendin beğeneceksin ilkin.  Başkalarının beğenisi çok da umurunda olmayacak. İyilenen bir yazıyla iyi yazı arasındaki farkı tarih belirleyecek.

İyi bir yazar ne yazdığını, niçin yazdığını ve kim için yazdığını bilen kişidir. Dopdolu bir metinle tıkış tıkış bir yazının aynı şey olmadığının farkına varır.

Bir yazar çalakalem yazmamaya özen göstermeli, yazdıklarını budamasını bildiği gibi demini de iyi ayarlamalıdır. Cümleler kıvama gelmeden bir metnin içinde yer almamalıdır. Sıcaklığı, samimiyeti belli olmalıdır yazıda.  Düşünen Adam’ın ünlü heykeltıraşı Rodin kendisine heykeli nasıl yaptığını soranlara düşündürücü bir cevap vermiştir. “Heykel zaten mermerin içindeydi. Ben sadece fazlalıkları yonttum.” Mesele bu.

Yazdıklarımızı temiz bir Türkçe ile yazmalı, arı, duru bir dil kullanmalıyız. Her harfimize, her kelimemize özen göstermeli hele ki yanlış yazmaktan kaçınmalıyız. Yunus Emre’nin “Bu dergâha odunun eğrisi yaraşmaz” sözünü kendimize kılavuz edinmeliyiz. Hal böyle olunca sözlük ikiz kardeşimiz gibi yanımızda durmalıdır. Ali Nihat Tarlan hocanın “Kamus-i Türki’ye bakıver. Lügatte kahramanlık olmaz.” sözü aklımızdan çıkmamalı.

Ana hatlarıyla değindim bu ölçülere uymaya, uygulamaya çalışıyorum. Sözüm önce kendi nefsimedir. Varsa ürettiğimiz dikkat çeken bir şeyler anlattıklarım sayesindedir.

Rahmetli Bahaettin Karakoç ağabey bir sohbetimizde bize “Yazıyla nikâhlanın. Ona metres muamelesi yaparsanız kaçıp gider yanınızdan” demişti. İster yazı, ister şiir olsun; hayatımızın odak noktasına alır, emeğimizi esirgemezsek zaman içinde yetkin dergilerde yer alır, seçkin antolojilerde yer bulabilirsiniz.

Bir at koştuğu sürece harikalar meydana çıkarır. Yürümeyi bırakır, tökezler, teri soğursa ne kadar mahmuzlarsanız mahmuzlayın zor hareket ettirirsiniz.

Sorunuzun cevabını Fransız şair Paul Valery’nin “İlk dize Tanrı vergisidir, ondan sonrası çaba.” sözüyle noktalamış olalım.

Bir edebiyat ürünü hangi beklentilerinizi karşılar ki beğeni ve duygularınızda değer bulur?

İyi bir edebiyat eseri kendini belli eder. Güzel her yerde, her çağda güzeldir. Gerçek güzelde kusur arayana fazla rastlayamazsınız. Siz ne kadar kötülemeye çalışırsanız çalışın, üstüne savatlamaya kalkışırsanız kalkışın insanlar “Hadi canım sende” diyeceklerdir. Çünkü bütün ihtişamıyla güzellik göz önündedir.

Yazılarınızı, şiirlerinizi farklı zamanlarda özellikle bu işin üstatlarına okutun. Beğendikleri ya da beğenmedikleri yerleri size söyleyeceklerdir. Neden her şiir toplantısında Abdurrahim Karakoç’tan bahsedilirken “Adam lambada titreyen alevi üşütmüş kardeşim” cümlesini duyarsınız? Çünkü kimsenin itiraz edemeyeceği bir güzelliktir bu.

Sizin eserlerinizi okuyanlar -hangi kültür seviyesinden olursa olsun- “Şurası çok güzel olmuş” diyorsa o iş tamamdır. Onların takıldıkları, beğenmedikleri kısımlar aslında sizin de içinize sinmemiştir. Demek ki ortak beğeni önemli bir konudur. 

Bununla birlikte belki daha da önemlisi okuduğunuz metinde kendinizi, kentinizi bulmalısınız. Bir yaşanmışlığı olmalı. Dokunmalı, yüreğinizi kanatmalı. İçiniz cız etmeli. Yazar sözünü dudaktan değil, yürekten söylemişse siz onu anlarsınız zaten.
 
Fürüzan’ın “Parasız yatılı” kitabı bizi neden daha çok etkiler. Çünkü o yatılı okul bizim hayatımızın bir parçasıdır. Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” niye tebessüm ettirir bizi? Çünkü o sahneleri yaşamışlığımız vardır.

Tolstoy Simon ve Mihael’in hikâyesini anlatır biz Hızır’la Musa’nın kıssası gibi okuruz. Pahom daha fazla toprağa sahip olmak istediği için hırsı yüzünden çatlayıp ölüyor, biz açgözlülüğün insanı ne hale getirdiğine hüzünlenip, inancımızdan izler buluyoruz kitapta. Aradan iki asır geçtiği halde bu kitapların hâlâ okunuyor olması evrensel bir dili yakalamasından olsa gerek. Sözgelimi Cengiz Aytmatov’sa okuduğunuz sopayı “Duyşen Öğretmen” değil, siz yersiniz…

Ünlü Rus yazar Gorki, Çehov’un bazı hikâyelerini okurken ağladığını itiraf eden bir Çehov hayranıdır. Kim bilir belki de onun “Acı” hikâyesini okurken ağlamıştır Maksim Gorki. Bu hikâye adı gibi acıklıdır. İona Potapov arabacıdır. Daha doğrusu kızak sürücüsü. Yaşlı olmasına rağmen çalışmak zorundadır. Bir hafta evvel oğlu ölmüştür ama acısı yüreğinde kızak arabasına binmiştir ve yolcu taşımak zorundadır. Taşıdığı yolculara, bir hafta evvel oğlunun öldüğünü anlatmak ister. Derdini dökmektir niyeti ama bütün yolcular onu tersler, azarlar ve kimse dinlemek istemez, onun acısı kimsenin umurunda değildir. İnsanlardan umduğunu bulamayınca atının boynuna sarılır ve içini ona döker.

Evrenselliğe giden yolun millilikten geçmesi bu olsa gerek.

Özellikle “Kitap Yürekli Adamlar” kitabınızda birçok kitap değerlendirme notlarınız yer almaktadır. Yurt içi ve yurt dışı Klasikler içerisinde yer almış, tanınmış birçok kitaba yer vermişsiniz. Bu kitabınızdan, kitap okuma serüveninizden ve çalışma yönteminizden bahseder misiniz? Ayrıca bu kitabın devamı gelecek gibi ne dersiniz?

Okumak çocukluk yaşlarımda başlayan bir sevda benim için. Çocukluğum Karapınar Kasaba’sında geçti.  İlkokuldayken rahmetli annemle birlikte ilçemiz Sultandağı’na gitmiştik. Bir gazete bayiinde Sait Faik Abasıyanık’ın “Havuzbaşı Son Kuşlar” kitabını görüp aldım. Yanında Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”si. İlk okuduğum kitaplardı. Aynı yıl Ömer Seyfettin’in Kaşağı’sını, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu okudum. İlkokul 5. Sınıftaydım. Hâlâ ayaklarım Afyon kamasıyla yarılmışçasına ıstırap duyarım, dizlerim ağrır. Öğretmenime heyecanla anlatmıştım kitabı… Her çocuk gibi Kemalettin Tuğcu, Muzaffer İzgi kitapları okudum. Halamın oğlu öğretmen Bekir Hoca’nın kitaplığının abonesi gibiydim. Yaşar Kemal’le, Talip Apaydın’la, Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan’ıyla o yıllarda tanıştım. Fakir Baykurt’un “Onbinlerce Kağnı” kitabını hatırlıyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda öğretmenlerimizin de teşvikiyle fikri kitaplarla dostluğumuz başladı. Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek… okudum. Akif’in Safahat’ı arkadaşım oldu. Haftalık Bayrak dergisini ve aylık Pınar dergisini takip ediyordum. Mavera Dergisinin o zamanki adıyla idarehanesine gidip geliyorduk arkadaşlarla. Sanki her kitap yanına çağırıyordu beni. Fikri kitaplarla birlikte Yunus’u, Mevlana’yı, Karacoğlan’ı ezber ediyorduk.

Çocukluğumdan beri şöyle bir alışkanlığım var. Okuduğum her kitap hakkında defterlerime kısa notlar alırdım. Altını çizdiğim satırlar zamanla o kitap hakkında bir yazıya dönüşür.

Fikir kitaplarını okurken de öğrendiğim bir şey oldu. Temel taşı niteliğindeki kitapları gücüm nispetinde tahlili bir metotla okuyor, diğer kitapları tarama yöntemiyle gözden geçiriyordum. Zamanla yazar yanımdaymış gibi onlarla konuşmaya, eserin kritiğini yapmaya başladım. Geçen kırk yıllık zaman içinde oluştu bu kitap yazıları.

Kitap Yürekli Adamlar’ı yayımladıktan sonra eksiklikler olduğunu, bazı yazarlar hem de önemli yazarlar hakkında yazılara yer vermediğimi görünce kitabın bir bakıma devamı niteliğinde olan şimdilik  “Bu Kitap Eksiğimizi Tamamlayacak” adını verdiğim bir dosya oluştu. Yayınlayabilir miyim bilmiyorum.
 
Kitaplarınızda milli, dini, tarihi ve kültürel yapımızı öncelediğiniz gözükmektedir. Kimlik şuuru, yerli ve yerel düşünce hakkında neler söylersiniz?
 
Tespitiniz doğru. Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişimleri” kitabı ve Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri”, Cemil Meriç’in “Bu Ülke” ve “Mağaradakiler” kitabı beni çok etkilemiştir.
 
Kendini ispat emiş büyük yazarları ve kitaplarını incelediğimiz zaman gördüğümüz şudur; Büyük sanat eserleri, onları meydana getiren dünya görüşlerinin açık ya da gizli yansımasından ibarettir. Emprestyonist resmin temsilcilerinden olan V. Gogh’un bir tablosu, Levni’nin minyatürleri ile ayrı dünyaların mahsulü olduğu için benzemezler. Leonardo de Vinci’nin katedralleri süsleyen resimleri Karahisari’nin Süleymaniye’yi tezyin eden hattıyla aynı değildir. Yunan’ın tiyatrosu vardır, bizimse Ortaoyunumuz.  Senfoni ile ilahi birbirinden farklı şeylerdir. Neden? Çünkü her biri farklı bir dünya görüşünü temsil eder. Sözün burasında Frederic Chopin’in cenaze marşının yerine Itri’nin tekbirinin okunmasının çok yerinde bir karar olduğunu ve acılı yürekleri teskin ettiğini belirtmemiz gerekiyor.
 
Görülüyor ki her eser belli bir kültürün bakış açısını yansıtır. Toprağımızda yetiştirmeye çalıştığımız mahsulümüzün arasına karışan her bitki nasıl ki o arazi için yabancı sayılır ve kendi ürünümüzü korumak için yabancı bitkiyi tarlamızdan yolup atarsak, kendi kültürümüzü korumanın yolu da bizim olan kültür coğrafyamızda yabancı kültürlerin üstünlüğüne izin vermemekten geçer. Farklı kültürleri tanımakla, o kültürü kendi öz değerlerimizden üstün görmek aynı şey değildir. Hele yerli ve milli kültürümüzü terk ederek, yabancı kültürlere teslim olmak gafleti bize pahalıya mal olur.
 
İslâm kültür ve medeniyetine mensup olan, milli kültür sevdalısı her yazar ve sanatçı, insanoğlunun karşılaştığı problemi çok iyi tespit etmeli ve cevabını milli kültürümüz üzerinden vermelidir.
 
Çağımız sinemada, tiyatroda, resimde, şiirde, romanda, hikâyede ve sanatın bütün alanlarında milli kültüre hasrettir. Sanatçının bir görevi de yaşadığı çağın vicdanı olmak değil midir?

Evrenselliğin yolu millilikten geçmiyor mu? Milli sanata olan özlem her zamankinden daha fazla değil mi? Yunus’a, Mevlana’ya, Nasreddin Hoca’ya insanlar akın akın neden koşuyor dersiniz?

Türkiye’de sanatçılara düşen en büyük görev, milli kültümüze sahip çıkmak değil midir? Kendi bahçemizde diktiğimiz fideler nasıl yeşerecek? Sam yeli esip de güllerimizi kurutmasın. Hayat pınarlarımız çağlayıp aksın. Sıra dağlar yıkılmasın. Yüreğimiz mazlumların derdiyle yansın. Pas tutmuş vicdanlar uyansın. Gözlerimiz Hak’tan gayrısına bakmasın. Kalemlerimiz hakikat arazisinden başka menzile akmasın. Ayaklarımız yalpalayıp istikametten çıkmasın. Gönüllerimiz bu sevdadan bıkmasın.
 
Yeni çağ milli kültürün çınar gibi dünyaya dal budak saldığı mutlu bir çağ olsun. 

Her kuş kendi kanadıyla uçar. Başkasının sesini, yürüyüşünü taklit eden kendi sesinden de olur vesselâm.
 
Mani, ninni, bilmece, deyim, masal, destan, çocuk oyunları gibi edebi ürünlere yönelik düşüncelerinizi almak istiyorum. Bu türlere yönelik çalışmalarınız var mı?

Hemen söyleyeyim ben Çocuk edebiyatına karşıyım. Karşıyım derken edebiyatın bir bütün olduğuna ve bölünemeyeceğine inananlardanım. Maalesef günümüzde ticari bir sektör oluştu. Çocuğu küçük gören güya onun seviyesinde eserler veren yazarlar var. Ismarlama, derinliği olmayan yüzeysel kitaplar az değil. Elbette bu alanda ciddi uğraşı olan yazarlarımıza söz söyleyemem ama bu işin cılkı çıktı gibi geliyor bana.
 
Çocukluğumda annemden çok masal dinledim. Türkü, ninni, mani dinleyerek büyüdüm. Köy odalarımız vardı eskiden. Orda edep erkan öğrenilirdi… “Anamdan Dinlediğim Masallar” adlı bir dosyam da yayıma hazır ama ben bunu bir çocuk kitabı gibi düşünmedim hiçbir zaman. O masaların bazıları Türk Dili dergisinde çıktı.

Yaşar Kemal bir röportajında “Ben çocukluğumda destancıları dinlerdim. Onları dinleyip romancı oldum” demişti. Bence haklı. Neyse bu konuyu fazla deşmek istemem.
 
Neşnünema bulduğunuz zamana karşı yenilmeyen şiirler hangileri? Poetikanız ve şiire bakış açınızla neler söylemek istersiniz?

Çok iddialı konuşmak istemem. Zor bir soru. Yunus’un ilahileri, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i sahibi hürmetine yüzyıllardır ayakta. Aprınçur Tigin’den buyana şiirimiz var. Baki, Fuzuli her dem taze bence. Bazen de adı unutulmuş bir dörtlük yüzyıllarca ayakta kalabiliyor.

“Asmaya yar asmaya/ Bülbül konar asmaya/ Ben yârimden ayrılmam/ Götürseler asmaya” örneğinde olduğu gibi. Kim söylemiş, ne zaman söylemiş olursa olsun yaşıyor işte… Bildiğim şu ki kalıcı değerler için üretilen eserler kalıcı oluyor. Münacat gibi, Naat gibi. Gelip geçici hevesler için söylenenlerse daha yazarı hayattayken unutulup gidiyor. Zamana direnen eserler gecekondular değil, sanat eserleri oluyor. Estetik kaygıyla üretilen eserler yıllara meydan okuyabilir.

Dergilerde çokça yazan biri olarak kültür, sanat ve edebiyat dergilerinin işlevini ve topluma katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hoylu Bey’in sözünden ilhamla cevaplamak isterim sorunuzu. İnternet icat oldu dergi de, yazar da çoğaldı. Oysa bir ağırlığı vardı dergilerin…

Çoğumuzun yazarlığa adım attığı ilk yer dergilerdir. Hangimiz ilk yazımızın yayınlanacağı derginin gelmesini dört gözle beklemedik? Yıllar geçer, kitaplarınız yayınlanır ama dergi sevdası bambaşkadır. Hâlâ yazınızın çıktığı dergileri saklar hatta ciltletirsiniz. Sadece sizin yazınızın çıkması da önemli değildir. Bazı yazarlar vardır ki adı o dergiyle bütünleşmiştir ve siz sırf o yazarı okumak için alırsınız dergiyi. Kuşkusuz dergide her yazısı yayınlanan yazar olamaz. Yıllar geçtikçe bazı yazarların isimleri belirginleşirken yaprak dökümü dergilerde de kendini gösterir ve bazılarının adı silinir gider…

Yazarlarımızın birçoğu dergi çıkarmıştır, çıkarmaktadır. Neden böylesine zahmetli bir işe soyunurlar acaba? Onların kulakları yeni çıkacak bir seste, insanı şaşırtacak bir eserdedir. Bir bakıma yeni yazarların yetişmesini sağlayan karargâhlardır dergiler. Usta ile çırak, yaşlı ile genç, tecrübeyle heyecan aynı sayfalarda buluşur. Dergilerin edebiyata katkısı azımsanamayacak ölçüdedir. Dergilerin de ömrü vardır. Kimi toprağa dal budak salan çınar gibidir, kimi taze bir fidanken solar. Kimisi de vardır ki bir sayı bile yayınlanmış olsa uzun yıllar kendinden söz ettirmeyi başarır…

Cemil Meriç ve Orhan Okay’ın dergicilik konusundaki yazılarını iyi okumamız lazım. Bir röportajın sınırlarını aşacağını düşündüğüm için bu iki ismi zikretmekle yetinmek isterim.

Sonradan Sebilürreşad adını alan Sırat-ı Müstakim’in en önemli yazarı Mehmet Akif Ersoy’dur. Ağaç ve Büyük Doğu dergisi denilince aklımıza Necip Fazıl Kısakürek gelir. Türk Düşüncesi Peyami Safa, Hareket Nurettin Topçu, Diriliş Sezai Karakoç, Serdengeçti Osman Yüksel, Edebiyat Nuri Pakdil, Dolunay Bahaettin Karakoç demek değil midir? Refik Halid Karay’ın Aydede’sini, Orhan Seyfi Orhon’un Akbaba’sını nasıl unutabiliriz? Nedret Gürcan’ın Dinar’da çıkardığı “Şairler Yaprağı”nı anmazsak vefasızlık olmaz mı? Hece Rasim Özdenören’den, Türk Edebiyatı Beşir Ayvazoğlu’ndan, Türk Dili yepyeni seslerden, Edebiyat Ortamı Arif Ay’dan, “Bizim Külliye” Nazım Payam’dan, Yedi İklim Ali Haydar Haksal’dan selam getirmiyor mu bize?

Bazı dergilerin kendi kadrosu dışındaki yazarların yazılarına yer vermedikleri de doğrudur. (Bir ideal için, yeni bir akım olarak doğan dergileri karıştırmamak lazım bu işin içine) İddiası olan dergilerin elbette bir yazar kadrosu olur. 1960’lardan bu yana takip edebildiğimiz dergilerde var bu durum ancak yeni yazarlara da kapalı değildi sayfaları. Günümüz dergiciliğinde ihmal edilen husus bu. Burada Varlık Dergisi’nin “Yeni Şiirler Arasında” ve “Yeni Öyküler Arasında” başlığıyla geleneği devam ettirdiğini, Hece dergisinin yeni yazarlara yer verdiğini, Edebiyat Ortamı dergisinin “Dergimize Gelen Şiirler” sayfasında bu çabaya katkıda bulunduğunu anmak isterim.

Arkeoloji, etimoloji, antropoloji, filoloji, Türkoloji, dinler tarihi gibi bilimsel dalların edebiyata, şiire katkılarını biraz açar mısınız?

Saydığınız bilim dalları belki ilave edeceğimiz başka alanlar da dâhil olmak üzere pek çok bilim dalı edebiyatla yakından ilgilidir. Bu konunun uzmanları gerekli akademik çalışmaları yapıyorlar bildiğim kadarıyla. Bir şair ya da yazar ne kadar çok şey bilirse yazdıkları da o kadar kalıcı ve derinlikli olur. Yoğun bir bilgi birikimine sahip olanlar devasa bir kültür oluşturabilir, medeniyet hamlesi gerçekleştirebilirler. Ülkesinin dağını taşını, börtü böceğini, bitki örtüsünü, gölünü ırmağını bilmeyen, bir dağın tepesine çıkıp da dağın sesini dinlemeyen kişi ne yazarsa yazsın eksik olacaktır. Yeri geldiğinde kurtla kuşla konuşmak, yılanı deliğinden çıkarmaktır hüner. Hani bir söz var. “Okuyarak olmaz ama okumadan hiç olmaz” diye. Bu bilimler olmadan edebiyat olmayacağı gibi, edebiyatın olmadığı her çalışma biraz yavan olacak, sığ kalacaktır.

Deneme ve şiir kitapları neşretmiş şair ve yazar olarak Türkçe dilimiz için neler söylersiniz? Özellikle gençlere dilimizin doğru kullanılması ve sahip çıkılması noktasında neler tavsiye edersiniz?

Sorunuzu duyunca Cemal Süreya’nın Yunus Emre için “Türkçenin süt dişleri” benzetmesini yaptığı şiirini hatırladım.

Elimin kalem tutmasında, yazarlar arasında adımın anılmasında pek çok kimsenin etkisi var elbette ancak Türkçeyi ilk öğrendiğim, ninni ve masallarıyla her zaman benim için canlı bir hafıza olan rahmetli anacığımın yeri doldurulamaz katkısı hepsinden fazla. Dilimiz için “Anadili” denmesi boşuna değil. Jorge Amado “Çocukluk insanın anayurdudur” der. Dil için de; “dil insanın anayurdudur” dense yeridir. Eskiler boş yere “Dil giderse il(ülke) gider.” dememişlerdir. Diline sahip çıkamayan iline de sahip çıkamaz. Yurdunu da koruyamaz.  İline sahip olmak diline sahip olmaya bağlıdır bir bakıma. Vatanın manevi sınırlarını korumak söz süvarilerinin işidir. Dil ana sütü gibi ak ve temiz olmalıdır. Bir damla sirke nasıl sütü bozarsa yanlış bir kelime de dili bozar. Dil “ayna gibidir” denmiştir. Dilin temizliği kadar devamlılığı da önemlidir. Dün olmadan bu gün, bu günsüz de yarın olmaz. Ortalama kültür sahibi bir İngiliz Keltleri, Germenleri anlayabilir, Shakespeare’yi tercümansız olarak okurken bizim bir mezar taşındaki kitabeyi okuyamamamız, daha altmış yetmiş sene önce yazılan romanları gençlerimiz anlasın diye sadeleştirmemiz ne acıdır. Gençlere ne diyebiliriz ki? Beylik laflar etmeden benim diyeceğimi Neşet Ertaş söylesin isterseniz. Gençlerimiz kimsenin gölgesine girmesin. “Gölgeye girenin gölgesi olmaz.” Elbette bir lisan bir insandır ama kendi dillerini unutmasınlar. Fransa’da yıllarca kalıp Fransızca şiirler yazacak kadar oranın dilini öğrenen Attila İlhan’ın kendi dilimize titizliği sebebiyle Fransa’dan Türkiye’ye döndüğünü unutmasınlar. Konuşurken, yazışırken kelimeleri orasından burasından kırpmasınlar. Türkçe konuşmaktan, Türkçe düşünmekten korkmasınlar.

Türk kültür coğrafyası haritası çizersek, dünyada çok geniş bir alanı çizmiş oluruz. Anadolu başta olmak üzere Türk kültürünü daha ileri noktalara taşımak için daha farklı ne tür çalışmalar yapılabilir?
 
Bu sorunun cevabını vermek için bir kitap yazılabilir. Biz bir cümlede özetleyelim. O söz Yahya Kemal’e izafe edilen “İstikbal köklerdedir.” Sözüdür. Ne güzel söyler “Kökü mazide olan atiyim” diye.  Biz yazımızı, şiirimizi estetik duygu ve kaygılarla en iyi şekilde yazmaya çalışalım. Çağlar boyu yaşayan muhteşem kültürümüzün yeni bir diriliş süreci yaşayacağına inananlardanım…

Gelip geçici mevsimlik olaylara takılıp kalmak yerine kalıcı olana yönelebilirsek, edebiyatın merkezine alabilirsek insanı, kendi toplumumuzun masalını anlatır, türküsünü söylersek hem Türk kültürünü daha ileri noktalara taşımış hem de evrenselliğe giden yolu bulmuş oluruz. Çehov’un, Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Cengiz Aytmatov’un yaptığı da bu değil mi?

Ortak Türk Kimliği denince aklınıza ilk gelenler?

Ötüken’den Ankara’ya, Urumçi’den Üsküp’e, Kerkük’ten Sibirya’ya, Altaylardan Tuna’ya pek çok isim sayabilirim… Tarihe sığmayan, mazisi kahramanlarla dolu bir milletin bütün değerlerini bir çırpıda nasıl sayabilirim? Sorunuzu cevaplandırmak adına yine de bazı isimleri zikredelim isterseniz:

Oğuzhan’dan Abdülkerim Satuk Buğra Han’a, Atilla’ya, Buhari’den Kaşgarlı Mahmut’a, Hacı Bektaşi Veli’den Hacı Bayram’a, Yunus’tan Mevlana’ya, Şeyh Edebali’den Osman Gazi’ye, Alpaslan Gazi’den Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’e Fatih’ten Yavuz’a, Kanuni’den  Abdülhamid’e,  Yunus Emre’den Fuzuli’ye, Karacoğlan’dan Pir Sultan Abdal’a, Köroğlu’na, Mehmet Akif’ten Necip Fazıl’a, Cengiz Aytmatov’dan Bahtiyar Vahapzade’ye, Şeyh Şamil’den Ebulfeyz Elçibey’e, Gaspıralı İsmail’den Ziya Gökalp’e Aşık Veysel’den Neşet Ertaş’a, Arif Nihat Asya’dan Bahaettin Karakoç’a ne çok isim geçiyor gözümden, gönlümden.

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ortak değerlerimizi ne güzel ifade etmişti bir şiirinde:

“Vatan oğul, bayrak oğul, devlet oğul, din oğul
Sevmek nedir? Bunu bilen âşıklara bismillah”…
 
Taşra ve şehir kültürlerinin birbiriyle etkileşimiyle ilgili neler söylersiniz? Nasıl bir şehir tahayyül edersiniz?
 
“Neyleyim sarayı neyleyim köşkü/ İçinde salınan yâr olmayınca” diye söylenen güzel bir şarkımız var. Ben fiziki mekânların insanla güzelleştiğine inanırım. İnsanın içinde olmadığı, sevdikleriyle birlikte yaşamadığı bir mekân ne kadar güzel olursa olsun, bir yanı güdüktür. Tartışmasız şehir medeniyettir. Yesrib’in Medine olması da bu sebepledir. Taşra diye dudak bükülen yer de sizi hayran bırakacak nice güzellikler saklıdır. Harabat ehli deyip hor bakmamak, viranelerde saklanan definelerin olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Günümüzde “yatay şehirleşme” diye ifade edilen yapı benim de hoşuma gider. İnsanın gelişmesi dikey boyutta gerçekleşmeli ancak yaşadığı yer yatay olmalıdır. Bir adımla avluya çıkabilmeli damdan gökyüzüne bakabilmeli, yıldızlar avucundaymışçasına göklerle temas halinde olmalıdır. İnsanın ayağı yere toprağa basmalı ki, nereden geldiğini unutmamalıdır…

Nasıl bir şehir tahayyül ederim. Cahit Sıtkı Tarancı gibi “Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı, kuşların, çiçeklerin diyarı, yaşamanın sevmek gibi gönülden olduğu bir Memleket isterim.”

Güneysu Dergimiz için yaptığımız bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Son olarak yazılarınızdan, şiirlerinizden yeni ne çeşit konu başlıkları var? İleriye yönelik ajandanızda ne tür projeler var? Başkaca da eklemek istedikleriniz neler?

Öncelikle siz değerli kardeşim şair İlkay Coşkun’a ve Güneysu dergisi yetkililerine bana bu fırsatı verdikleri için teşekkür ederim. Aşkla okuyorum, aşkla yazıyorum. Üzerinde çalıştığım kitaplaşacak boyutta dosyalarım var ama her şeyin bir vakti olduğuna inanırım. Ya nasip?

Sizi ve okurlarınızı selâmların en güzeliyle selamlıyor, Yunus Emre’nin diliyle vedalaşmak istiyorum. Kalın sağlıcakla.

“İşitin ey yârenler
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül
Misali taşa benzer.”
 
Aşkı dilden, bayrağı elden, duayı dilden bırakmayan kitap yürekli kahramanlara selâm olsun.
 
Güneysu Edebiyat Dergisi
Sayı 123, Yaz 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder