Yönetmen Şair Yazar
Turhan Muharrem Turhan ile
Edebiyat, Sanat ve Hayata Dair
Söyleşi Soruları:
İlkay Coşkun (Mart 2019)
A Kalemler Dergisi Sayı 18, Mart 2019
A Kalemler Dergisi Sayı 18, Mart 2019
Turhan Bey, örnekleri az olan bir belgesel çalışmasıyla
dikkatleri üzerinize çektiniz. ‘Tarihi
Ahşap Artvin Camileri’ belgesel çalışmasından biraz bahseder misiniz? Böyle
bir çalışmaya neden ihtiyaç duydunuz?
35 sene
İstanbul’da yaşadım. Adları lazım değil, bazı holdinglerde sanat yönetmenliği
yaparak geçimimi sürdürüyordum. Hayatta bazen muhasebe yaptığımız kırılma
noktaları olur ya, iyi konumlara, süslü araba ve binalara müptela etti bu düzen
bizi dediğim akşamlardan biriydi. Şehir, trafik, stres, metropol insanın ego ve
vurdumduymazlıkları da yormuştu. Bir kaçış arayışıydı özetle benimkisi.
Egeliyim fakat Karadeniz’e kaçmak istedim. Doğası ve sakinliğiyle hem bedeni
zihni nadasa bırakırım hem de mümkün olursa düşlediğimiz üretme potansiyelini
yakalamış oluruz diye düşündüm. Aile ve hayat şartlarının da buraları
göstermesi üzerine kalktık geldik. Üç-dört ay boş kalma ve bölgeye alışmakla
geçti. Neler yapabilirim burada bu doğal güzellikte diye düşünürken, bir
vesileyle dönemin Valisi Ömer Doğanay Bey’le tanıştım. Neler yapabiliri mi ve
beraber ne yapsak doğru oluru, kritik etme fırsatı bulduk. Bölgenin doğal
argümanı ağaç. Gördük ki atalarımız bir de bunu sanata dönüştürüp, camileri
bambaşka bir atmosfere taşımışlar. Doğanın, tarih ve sanat tarihinin
güzelliklerini harmanlayıp, büyük bir ekiple bizden sonrakilere güzel bir yapıt
bırakmaktı amacımız. Çalışma belgesel çekim ekibiyle, yörenin güzel amca ve
teyzeleriyle, öğrendiklerimiz ve gördüklerimiz karşısında bizi şaşırtan
anılarıyla, umduğumuzdan çok daha güzel bir yere gitti. Gönüllere de dokunmuş
olduk. İhtiyaç, hep yokluktan… Kendi yoksunluğumuz ve yoksulluğumuzdan. Biraz da
boşlukları görebilmekten.
Belgesel yönetmenliği keyif verici olsa gerek. Bir o kadar da
zorlukları olduğu muhakkak. Bu anlamda yaşadığınız ilginç anları, edindiğiniz
tecrübeleri bizlerle paylaşır mısınız?
Sinema
sektöründe belgesel konusu iki farklı şekilde değerlendirilir. Bir kısmı
belgeseli kolaya kaçmak olarak görür. Diğer bir kısım ise belgeseli ciddiye
alır. Ben belgesel çekmenin daha zor olduğunu düşünenlerdenim. Tabiatla ve
tarihle başbaşasınız. Bir oyuncuyu yönetir gibi doğayı ve doğa hareketlerini
yönlendiremiyorsunuz. Sonra sanat tarihi ve tarih gibi bir konu çalışıyorken,
bu sizden sonra konuya dokunacak araştırmacılar ve belgeselciler için
sorumluluk yüklüyor omuzlarınıza. Metni hazırlamak en az çekim kadar zordu.
Şöyle ki üniversite yıllarıma geri döndüm adeta. Bir yüksek lisans tezi
hassasiyetinde eğildim çalışmaya. Anılar kısmı ise sanırım kendi başına bir
belgesel konusu olabilir İlkay Abi. Bir kere doğal ve lezzetli ürünlerle, amca
ve teyzelerimizin sofralarında ve sohbetlerinde masal gibi zamanlar geçirdiğimi
söyleyebilirim. Bunlar ileriye dair unutulmayacak olanlar. Düşünün ki şehrin
çarpık iletişiminden ve yozlaşmadan kopup gelmişsiniz. Doğallığı ve samimiyeti
şiirlerde aradığınız gibi olan insanlar sizi evlerine davet etmiş ve bu insanlarla
zaman geçiriyorsunuz. Masal kahramanlarına dokunabilmek gibi. İnsanımız güzel.
Mücevher benzetmesi yapasım var fakat sığ kalacak gibi. Lakin anlatabildiğimi
ümit ediyorum. Renklerine ve işçiliklerine hayran kaldığım tarihi camilerin
hikayelerini dinlemek çok güzeldi o mekanlarda nefes alanlardan. Macahel
bölgesinde bir cami vardı. On adım ötesi Gürcistan sınırı. Gözle görülüyor
sınır. Sınır çizildiğinde yaşanan acıları dinledim. Evlerine konuk olduğumuz
insanlar, ailelerinin bir kısmının sınırın diğer tarafında kaldığını söylerken
ağlıyorlardı. Anne ve babalarının çektikleri sıkıntıları anlatırken.. Köyün
camisi, sınırın Gürcistan tarafında kalmış. Köy halkı camiye ve geçmişlerine
duydukları muhabbetten o zaman geceleri sınırı ihlal edip, parça parça taşımışlar
camiyi sınırın Türkiye tarafına. Düşünebiliyor musunuz? Bu başlı başına bir
hikâye ve film konusu değil midir? Ve sınır illerinde, köylerinde bir cami
minaresi, o minarede asılı bir bayrak görmek çok başka duygular uyandırıyor
insanda. Değerler ve ülküler daha anlamlı oluyor. Ve görüyorsunuz ki şehrin
insanından daha hisli böyle yerlerde yaşayan insanlar. Adeta tarihin ve
kültürel değerlerin nöbetini tutuyorlar. Sorunuzdaki zorluklar doğayla ilgili
belgeselde. Çekimleri yapmak şehirdeki gibi olmuyor. Etrafınız orman. Tamam bu
güzellik demek. Aynı zamanda ışık yok ve bol yağmur da demek. Bunlarda hep
çekime engel durumlar. Şehirdeki gibi plan program yapıp, nimetin azizliğine
uğrayıp, çekim yapamayıp döndüğümüz çok zaman oldu. Mayıs ayında çıktığımız bir
dağ köyünde, çığ düşmesi sonucu yol da mahsur kaldık mesela. Mayıs diyorum
dikkat edersen, Batı’da insanlar, deniz planları yapıyorlar o aylarda. Tam
malzemeleri kuruyoruz, çekime başlayacağız. Güneş bulutlar arasından saklambaç
oynuyor. Bir var, bir yok. Işık var, çekimin yarısındayız. Yağmur bulutları yukarıdan selam
ediyorlar geldik diye. Fiziken ve manen zor şartlarda çalıştığımız zamanlar
oldu evet. Konuyu ciddiye almayanlar, ekipte kopmalar bir sürü gündemde
yaşıyorsunuz her aşamada. Çekimler bitip, prodüksiyon aşamasında İstanbul’a
gidiş. Masa başında aylarca yaptığımız çekimleri yeri geldiğinde günlerce
koltuktan kalkmayıp, kurgu yönetmeniyle beraber kurgulamak. Montajlamak. Bu da
uzun ve meşakkatli bir süre. Fakat belgesel galasında insanların yüzünde
gördüm/k ki hepsine değmiş ve her aşaması çok değerliymiş. Kolay olan güzel
olmuyor, kalbe dokunmuyor sanki..
Belgesel çalışmanızın öncesinde 2014 yılında okurlarla
buluşturduğunuz ‘Gelirsen Bir Kimliğim
Olur’ ile öte çağla günümüz arasında bir ses köprüsü mü kurmaktı amacınız?
O kitap
hakkında kurulabilecek çok cümle var. Dilime dolanıyor hepsi. Acemi bir
anlatıcı gibi hissediyorum kendimi. Sorduğunuz soru bu anlam da yönü itibariyle
güzel oldu. Günü ve anı yaşarken zihnimin bir tarafı, eski çağlarda, antik
Yunan’da, Mezopotamya’ da, İskenderiye’de. Efes’de, Kafkaslar’da ataların
geldiği eski Türk diyarlarında. Bu engel olamadığım bir şey. Hatta mitoloji de
dâhildir buna. Yaşarken zihin hem bir kıyaslama yapıyor olmalı, hem ruhen de
oralar da dolaşıyor olmalı ki kâğıda böyle şeylerin gölgesi düşüyor. Biraz da
çağının çağdaşı biri değilim diye düşünüyorum. Bu zaman diliminde yaşıyorum
fakat eski çağlarda dolaşan ruhun da fısıltılarına kulak veriyorum. Okuyorum
da. Gece üretebiliyorum genelde. ‘Gece
şeytanın işidir’ der eskiler. Şeytanımız da bol olmalı ki günü ve anı
yaşatmayan bir durum söz konusu oluyor. Sonra adı geçen yerleri ve buna
bağlantılı yerleri geziyor, havasını kokluyorum, fotoğraflıyorum. Karadeniz de
tutup tarihi bir belgesel çekmek de tarihe açlığımızdan olsa gerek. Çekimleri
yaparken 200 sene öncesi insanlarla o ağacı yonttum, üzerini işledim, yokluk çektim.
Bu anlamda ses köprüsü ifadeniz, kitapta bu bağlamda olan sayfalar için
doğrudur.
Şiir yazma isteğiyle yazılan şiir mi yoksa dile düş gördüren
şiir mi daha etkilidir sizce?
Sorunun
cevabı çok yönlü. Şiir yazmak önce okumakla ilgili. Çok okumakla. İyi okumalar
yapmamış birinin, üretken olamayacağını düşünüyorum. Dönüp baktığımda eksik
gördüğüm çok satır var yazabildiklerimde. Bu insanı zihni anlamda da yoruyor.
Diğer türlüsü yazmak, zamanında hepimizin de belki geçtiği gibi ergensi
duygular, dürtüler şeklinde seyir edebilir ve yok olur. Hani derler ya her Türk
bir dönem şairdir diye. Okumak şiirin
biraz da kendisi. Şair bunu fikre ve zihnindeki şekle dökebilendir. Okuduktan
sonra görmeye başlıyor insan. Şair de gören, duyan bunu anlamlandırabilen kişi
oluyor. Kelimeler zihninizde dönmeye başlıyor. Bunları duygulara da
giydirebilen, bir fikre de dönüştürebilen bir mekanizma olmalı yaratılıştan
gelen diye de düşünmüyor değilim. Kimi şairler, şiir de çalışırlar. Çok erken
yaşlarımda bunu çok samimi bulmazdım. Sonra gördüm ki olabilir. Olmalıdır da.
Okudukça had biliyorsunuz çünkü. Şiir biraz da sıkıntılı insan işi.
Kalabalıklarda çok nefes alan bir üretici görmedim çok fazla. Bir hayır
diyebilme, isyan basabilme şekli. Zamana, mekana, zulme karşı. Sorunuz içindeki
iki sorunun da muhatabı oldum hayatta yürüdüğüm yol boyunca, fakat birine ağırlık vermem gereken
bir cevapsa beklenen. Kırklı yaşlara yaklaşırken dile düş gördüren şiir
diyebilirim cevaben.
Neşvünema bulduğunuz zamana karşı yenilmeyen şiir
hangileridir? Poetikanız ve şiire bakış açınızla neler söylemek istersiniz?
Söyleyeceklerim
için tepki toplayabilirim belki. Zamana karşı yenilmeyen şiir evrensel olandır
benim için. Tesirli büyük bir medeniyetin temsilcileriyiz. Yakın tarihimizde ve
geçmişimizde bugün dahi adını anarken tüylerimizi diken diken eden üstadlar ve şiir
yazım şekilleri, kalıpları var. Çocukluğum külliyatını ezberlemekle geçti
birçoğunun. Çoğu bizi terbiye de etmiştir. O duyguya, o zekâ ve matematiği
haksızlık gibi algılanmasın lütfen. Lakin dünya insanı için bir yönden
yetersizler. Şiirin yaşayan dünya dillerine çevrilebilir olmasını savunuyorum.
Başka türlü şiirin sadece kendi coğrafya ve dilimizde zihne ve kalbe
dokunabilen bir argüman olarak kalacağını düşünüyorum. Çok daha eskide ve
bahsettiğimiz matematik dizilim şiirlerdeki o güçlü duygu ve etkiyi başka
dillerde verebilmeli şiir. İlla ki bir takım dil ve çeviri sorunları olacaktır.
Fakat diğer türlüsünden daha kolay ulaşılır ve anlaşılabilir olacağı
kanaatindeyim. Şairleri lanetli görür bazı kültür ve teolojik yapılar, teşbihte
hata olmaz peygamber de. Düşünsenize, belli kalıplarda yazılmış şiiri olan bir
lanetli veya peygambersiniz. Ne öğretinizi/varsa size indirileni, ne de
lanetinizi ulaştıra/bulaştırabiliyorsunuz. Poetika konusuna sadece şiirsel
bakamıyorum. Fransa’da sanatların bütünü için ve yansıtılan estetik için
kullanılmış bu ifade. Şair sıfatı için hala yolun başında gibi hissediyorum. Kendimi
bu bakış açısıyla ifade edebilmem daha doğru olur. Suyu besleyen kaynak bir
tane değil çünkü. Hayır diyebilme yetisiyle, zulümlere baş kaldıran tanka taş
atma çabasında bir çocuk zihniyle yazıyorum, beslendiğim serseri, alaycı bir
tarafta var, yaşamın içine çok dâhil edemediğim. Şiir dâhil, üretimi sürecinde
sancısını çektiğim her şey için, bakıyorum, araştırıyorum, dokunuyorum,
yaşıyorum, düşlüyorum, anlatıyorum. Lirik bir şekilde atıyorum adımlarımı.
Bununla beraber belirttiğiniz gibi eski çağlarda da yaşadığım çağda da
sokaklarda da var olma hali benimkisi. Yolu, toprağı, kaldırımı incitmeden. Bir
seyir edasında. Dili, sözü yormadan, konuşma hali.
Kültür, sanat ve edebiyat dergilerinin işlevini ve topluma
katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizin
makûs talihinde çok dönem olduğu gibi bu dönemde sayılarının azaldığı bilmek,
görmek üzücü. Bununla beraber bu dergilerin varlığı endüstri haline gelmiş,
kültür ve edebiyat dünyası için bir başkaldırı. Yaşayanların okuyucuları için
hormonsuz meyve ve sebze gibi oldukları kanısındayım. Teknolojinin
gerekliliklerini de yakalamalı diye düşünüyorum dergiler için. Dergicilik kendi
içinde bir arşivcilik zihniyeti de barındırdığı için belki, birçok dergi,
internet ve sosyal medya mecralarına çıkamamış da duruyor. Burada takipçi abone
kitlesi oluşturamamış görünüyorlar. Kitaplara, dergilere dokunabilmek. Onların
kokuları, çocukluğumuzdan hatıra ve çok güzel duygular bunlar. Fakat dolaşım ve
seyahat halindeyken de online abonelik şeklinde bir dergiyi mobil cihazlardan
da okuyabilmek istiyorum. Böyle düşünen insanların da sayısının azımsanamayacak
kadar çok olduğunu biliyorum. Dergicilik, kötü bir dönem geçiriyor. Yıllar
sonra kıymetleri anlaşılacak gibi görünüyor..
Artvin Hopa’da yaşayan biri olarak Artvin’deki kültürel
ortamı nasıl buluyorsunuz? Türkiye genelinde edebiyat ve dergi çevrelerinden
hangileriyle iletişim içindesiniz?
Sohbetin
başında ifade ettiğim gibi bir senedir buradayım. Açıkçası Hopa’da kültürel
ortamlardan bahsetmek biraz zor. İstanbul ve Ankara çevrem ve üniversiteler
vasıtasıyla takip ettiğim, güncel kalmaya çalıştığım konular var. Üniversitelerden
talep geldiğinde, belgesel gösterimleri yapıyoruz. Bu, söyleşi imkânını da
beraberinde getiriyor. Genç kardeşlerle bir araya gelmek güzel. Şehitler ve
gazilerimiz için öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımızla bölgede orta çaplı bir
proje geliştiriyoruz. Trafiğine, stresine rağmen, İstanbul’un kültür atmosferi
ve bu yönlü dost sohbetlerden ayrı kalmak da zaman zaman eksikliğini
hissettiğim bir şey. Uzun zaman belgesel
için dolaşımda oldum. Bu sebeple çok fazla takip ettiğim dergi olamadı.
Dönemsel Poyraz Edebiyat, Sivas Postası, Din ve Hayat, Mavi Yeşil Kültür Sanat,
Ihlamur Kültür Sanat ve Edebiyat
dergileriyle temas kurabiliyorum.
Aynı coğrafyayı paylaşan farklı kültürlere sahip halkların
kültürel anlamdaki sıkı ilişkileri toplumun ortak kültürünün oluşumunda yeterli
midir?
Soru için
Artvin’e mikro ölçek de bakmayı denersek, burada Laz, Gürcü, Poşa, Kıpçak
Türkleri ve Hemşin halkları var. Misal; Hopa’da konuşulan dört dil var. Bu
dillerin içerisine konuşulan diğer dillerden kelimeler girmiş. Söylemin her
dilde aynı manaya geldiği ifadeler mevcut. Bu halkların hepsinin kendi içinde
ayrı yaşama biçimleri varken, ortak hareket edebildikleri de çok nokta var. Bir
doğum, ölüm haberine, ilçede olan bir gelişmeye aynı seslilikle tepki
verebiliyor insanlar. Bu ölçek de yeterli duruyor diyebiliriz. Makro ölçekte
ülkemizin geneline bakarsak, ortak kültürün oluşmasını ümit ediyor insan.
Karamsar bir yaklaşım olsa da ben günümüzde bunun eskide olduğu gibi olduğunu
düşünmüyorum. Bir Çanakkale ruhu istenilen anlamda vücut bulamamış diye
algılıyorum. Aile, yaşam şekli, bayrak, ülke bekası gibi konularda dahi yaşanan
büyük toplumsal olaylarda, davranışların ayırt edici olduğu görüyoruz. Bu
üzücü. Çok üzücü.
Coğrafya ve iklim olgusunun
kültüre etkileri hakkında neler söylersiniz?
Yaşadığı coğrafya ve o coğrafyanın iklim koşulları, yemek,
giyim, şive, mevsimsel davranış şekilleri ve turizm kültüründen tutun birçok
konuda etki ediyor genel çerçevede kültüre. Bunu daha önce gezdiğim yerlerde
gördüm, Ege’de de, Akdeniz’de de. Karadeniz kadar baskın gördüğüm bir yer
olmadı diyebilirim. Ve bu etki güzel izlenen, hoş yaşanan bir etki oluyor.
Duymadığınız atasözleri, deyimler ve yaşayış biçimleri tecrübe ediyorsunuz.
Taşra ve şehir kültürlerinin
birbiriyle etkileşimiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bir şehir
tahayyül edersiniz?
Sosyolojik bir tespitle değineyim konuya. Yüksek lisans eğitiminden sebep, ilerlemiş bir yaşta Ankara’da yaptım askerliğimi. Sosyoloji okumalarının çok faydasını gördüm gözlemlerimde.. Ankara müziği, Ankara dansı vs, diye adlandırılan tüketim ve eğlence malzemelerinin, arada kalmışlık, olmamışlık hali olduğunu düşünmüşümdür hep, yaşadığım süre zarfında. Bir olmamışlık hali. Ne taşralı olabilmeyi ne de şehirli olabilmeyi becerebilmiş bir yaratım bu neticeler. Ankara’nın güzel taşra ve şehir insanlarını tenzih ederim tabiî. Taşrada olmanın ve şehirde olmanın artı ve eksikleri çokça. Taşra kültürü şehir kültürüne değdiği zaman, birçok etkenle kendi dinamiklerini yitirmeye başlıyor. “Bir semtin sokak hayvanları sizden kaçmıyorsa, orada yaşayın. Çünkü komşularınız güzel insanlardır.” demiş ya Goethe. Benim şehir tasavvurumun temelinde bu yatıyor. Bu vasfı taşıyan semtlerin insanları merhametli, duyarlı oluyorlar. Size, doğaya, hayvanlara karşı. Çirkin bir yapılaşmayla gözlerin ve gönüllerin çok yorulmadığı, insanların sokakta bir çok anlamda ayrışmadığı, ötekileştirilmedikleri, az trafikli. Trafiği sosyal ve kültürel paylaşımlarda artmış olan bir şehir. Kendi medeniyet tasavvurunu yapabilmiş bir şehir. Eski çağlara, anfi tiyatrolara götüreyim mi seni İlkay Abi?
Sosyolojik bir tespitle değineyim konuya. Yüksek lisans eğitiminden sebep, ilerlemiş bir yaşta Ankara’da yaptım askerliğimi. Sosyoloji okumalarının çok faydasını gördüm gözlemlerimde.. Ankara müziği, Ankara dansı vs, diye adlandırılan tüketim ve eğlence malzemelerinin, arada kalmışlık, olmamışlık hali olduğunu düşünmüşümdür hep, yaşadığım süre zarfında. Bir olmamışlık hali. Ne taşralı olabilmeyi ne de şehirli olabilmeyi becerebilmiş bir yaratım bu neticeler. Ankara’nın güzel taşra ve şehir insanlarını tenzih ederim tabiî. Taşrada olmanın ve şehirde olmanın artı ve eksikleri çokça. Taşra kültürü şehir kültürüne değdiği zaman, birçok etkenle kendi dinamiklerini yitirmeye başlıyor. “Bir semtin sokak hayvanları sizden kaçmıyorsa, orada yaşayın. Çünkü komşularınız güzel insanlardır.” demiş ya Goethe. Benim şehir tasavvurumun temelinde bu yatıyor. Bu vasfı taşıyan semtlerin insanları merhametli, duyarlı oluyorlar. Size, doğaya, hayvanlara karşı. Çirkin bir yapılaşmayla gözlerin ve gönüllerin çok yorulmadığı, insanların sokakta bir çok anlamda ayrışmadığı, ötekileştirilmedikleri, az trafikli. Trafiği sosyal ve kültürel paylaşımlarda artmış olan bir şehir. Kendi medeniyet tasavvurunu yapabilmiş bir şehir. Eski çağlara, anfi tiyatrolara götüreyim mi seni İlkay Abi?
Toplumun ortak kimliği
denince aklınıza ilk gelenler?
Aklıma ilk bayrağımız, ezan ve şehitlerimiz geldi. Sonra
türkülerimiz..
“Anadolu kalesi dünyanın kalbidir. Kalenin Asya’ya açılan
burcu Malazgirt, Avrupa'ya açılan burcu ise İstanbul' sözünü değerlendirebilir misiniz? Milletimizin taşıdığı
müşterek mefkûreler hakkında neler söylersiniz?
Bunu şimdi söyleyebilir miyiz bilemiyorum. Malazgirt’te de
İstanbul’da da atalarımız ulaştıkları yere Anadolu kültür ve vicdanını
götürmüşler. Gidemediğin yer senin değildir diye bir atasözü var. Bakın
güzeldir o söz. İçi çok doludur. Anadolu kültüründe İslam’dan, Türk’ün
töresinden beslenen, zulmetmemek, muhtacın yanında olmak, hak, hukuk,
hakkaniyet gibi kavramlar var. Gittiğin yere gitmekten kasıt bu olsa gerek.
Bunlarla gidemediğin, adalet dağıtamadığın, farklı kimlik ve kültürdeki
insanlara nefes hakkı tanımadığın yerler, yağmaladığın yerler oluyor. Tarihte
bu yağmalamayı yapan milletler de kavimler de çokça. Türklerin taşıdığı Anadolu
kültürüyle gittikleri yerlere götürdüklerine de bakılabilir bu sebeple.
Balkanlarda veya bazı coğrafyalarda o bölge insanına ırkı için değil, yaşattığı
kültür için hala Türk denir. Bu adını saydıklarımız müşterek mefkûrelerimizdir.
Ortadoğu halkları makûs
talihlerini nasıl kotarırlar?
Üzülerek, Ortadoğu halklarının makûs talihlerinin
değişebileceğini bizler göremeyiz demek istiyorum. Belki evlatlarımız. Bizler
kapitalizm çemberinin kuşattığı bir yüzyıldan geçiyoruz. Akşam yemeğini yerken,
televizyonda izlediğimiz Filistinli ve Suriyeli bir çocuk veya kadının
bombalandığı görüntüsü, çoğumuz için birkaç saniyelik bir haber. Dönüp en fazla şükrediyoruz halimize (ki bu
şükür şeklini sevemem). Birkaç saat sonra veya ertesi gün mutluyuz. Yine
kapitalizmin çarkında maaşlı bir çalışanız. İşyerimizle ilgili, sağlıkla,
aileyle ilgili kaygılarımız var. Tek sorumluluğunu eve ekmek götürmek sanan
kapital tanımlı ve takım elbiseli bireyleriz. İsmet Özel diyordu ya; ‘tam da kapitalizmin istediği yerdeyiz.
Neşeliyiz, mutluyuz’. Çözüm ve ses duyurma çabalarını göz ardı etmemek
gerekir elbet. Bu tohumların toprakta tutması, filizlenmesi, büyümesi zaman
istiyor. Bu bilinçli yetişmesi gereken kuşaklar demek. Bu yüzden belki
çocuklarımız dedim. Bahsettiğimiz müşterek mefkûrelerin bir kısmı tam da bu
coğrafya için. O mefkûreler manevi ve kültürel birlik beraberliği getiriyor
aynı zamanda. Bir asır önce o coğrafyayı bu hale getirme planı yapanların
karşısında, günü değil insanlığın önündeki asırlar için düşünce ve eylem
üretmesi gerekir diye düşünüyorum.
Şöyle geriye dönüp
baktığınızda düş olmaktan çıkanlar hala düş olarak kalanlar neler sizce? Hayata
uyduramadığınız düşleriniz var mı?
Yayımlanan eserleri, fotoğrafları, belgesel ve kitapları bir
vakit envanterden sayıyordum. Öyle çok dertsiz olduğum zamanlar olmadı belki.
Fakat hülyalı başımı da mutluluk sanıyordum. Şimdi dertlerim var Allah’a şükür.
Çok şey yaşadım ve her şeyim var diyordum. Oysa yaşamamışım. Mutlu da
olmamışım. İki yaşına girecek bir oğlum var. Hiçbir şeyim yokmuş ve hiçbir şey
bilmiyormuşum. bu duygu yaşadıklarımdan çok daha farklıymış onu anlıyorum.
Düşler için hala çalışıyorum. Alim diyordu ya
‘Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır’ diye. Arıyorum.
‘Yorgunluğu yapan son adım değildir. Son
adımda yalnızca yorgunluk ortaya çıkar’ diyen Montaigne tespitini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizde yorgunluk ne zaman ortaya çıkıyor?
Yeri
zamanı bizler tarafından bilinmeyen, neticesi ve çıkacağı yeri belli olan bir
yolda yürüyoruz. Yol zaten engebelerle dolu. Bu yolda yorucu olan, yürüme
eylemi değil. Yorgunluk, asık yüzler gördüğümüzde, adaletsizlik olduğunda,
anlaşılmadığımızda. Yorgunluk, Cemal Süreya’nın şiirindeki gibi ‘kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
namussuz bir çağ bu biliyorsun’ dediğimiz zamanlarda ortaya çıkıyor.
Gerek yazım gerekse de belgesel ve film çekimleri noktasında
ileriye yönelik ajandanızda ne tür projeler var?
Bilgisayar
klasörlerinde ve kütüphane raflarında bekleyen parça parça yazılar var. Lakin
elim eskisi kadar varmıyor o klasörlere. İlhan Berk kendi tarzı için devamlı
değişim halinde olmayı ifade edermiş. Sanatın tek bir mecrada kalması duygusu
beni son zamanlarda yoran bir düşünce. Günümüz insanı okumuyor. İzliyor. Sanatı
bir ağaç olarak betimlersek, blog yazarlığı, kitaplar, film, görsel sanatlar,
belgeseller bu ağacın dalları diye düşünüyorum. Sosyal medyada ciddi bir kısa
söz söyleme alışkanlığı ve bilgi kirliliği var. Bunun yaşam biçimi haline
dönüşmeye başlaması uzun zaman oldu. Önemsediğim, düşündüğüm çok konu var.
Belgesel ve filme yoğunlaşmak istiyorum. Çocuklar için yapmayı planladığım bir
proje ve uluslar arası çekimler ve röportajlar içeren sınırlarını yeni çizmeye
başladığımız bir kültür projesi üzerinde çalışıyorum. Yarın ola, hayrola.
Üstad, güzel söyleşi için size ve bu söyleşiyle yer
bulduğumuz A.kalemler Dergisi’ne teşekkürlerimi iletiyorum.
Sayı 18, Mart 2019
http://www.akalemler.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder