17 Mart 2019 Pazar

Turhan Muharrem Turhan ile Söyleşi

Yönetmen Şair Yazar
Turhan Muharrem Turhan ile
Edebiyat, Sanat ve Hayata Dair
Söyleşi Soruları: İlkay Coşkun (Mart 2019)
A Kalemler Dergisi Sayı 18, Mart 2019

Turhan Bey, örnekleri az olan bir belgesel çalışmasıyla dikkatleri üzerinize çektiniz. ‘Tarihi Ahşap Artvin Camileri’ belgesel çalışmasından biraz bahseder misiniz? Böyle bir çalışmaya neden ihtiyaç duydunuz?

35 sene İstanbul’da yaşadım. Adları lazım değil, bazı holdinglerde sanat yönetmenliği yaparak geçimimi sürdürüyordum. Hayatta bazen muhasebe yaptığımız kırılma noktaları olur ya, iyi konumlara, süslü araba ve binalara müptela etti bu düzen bizi dediğim akşamlardan biriydi. Şehir, trafik, stres, metropol insanın ego ve vurdumduymazlıkları da yormuştu. Bir kaçış arayışıydı özetle benimkisi. Egeliyim fakat Karadeniz’e kaçmak istedim. Doğası ve sakinliğiyle hem bedeni zihni nadasa bırakırım hem de mümkün olursa düşlediğimiz üretme potansiyelini yakalamış oluruz diye düşündüm. Aile ve hayat şartlarının da buraları göstermesi üzerine kalktık geldik. Üç-dört ay boş kalma ve bölgeye alışmakla geçti. Neler yapabilirim burada bu doğal güzellikte diye düşünürken, bir vesileyle dönemin Valisi Ömer Doğanay Bey’le tanıştım. Neler yapabiliri mi ve beraber ne yapsak doğru oluru, kritik etme fırsatı bulduk. Bölgenin doğal argümanı ağaç. Gördük ki atalarımız bir de bunu sanata dönüştürüp, camileri bambaşka bir atmosfere taşımışlar. Doğanın, tarih ve sanat tarihinin güzelliklerini harmanlayıp, büyük bir ekiple bizden sonrakilere güzel bir yapıt bırakmaktı amacımız. Çalışma belgesel çekim ekibiyle, yörenin güzel amca ve teyzeleriyle, öğrendiklerimiz ve gördüklerimiz karşısında bizi şaşırtan anılarıyla, umduğumuzdan çok daha güzel bir yere gitti. Gönüllere de dokunmuş olduk. İhtiyaç, hep yokluktan… Kendi yoksunluğumuz ve yoksulluğumuzdan. Biraz da boşlukları görebilmekten.

Belgesel yönetmenliği keyif verici olsa gerek. Bir o kadar da zorlukları olduğu muhakkak. Bu anlamda yaşadığınız ilginç anları, edindiğiniz tecrübeleri bizlerle paylaşır mısınız?

Sinema sektöründe belgesel konusu iki farklı şekilde değerlendirilir. Bir kısmı belgeseli kolaya kaçmak olarak görür. Diğer bir kısım ise belgeseli ciddiye alır. Ben belgesel çekmenin daha zor olduğunu düşünenlerdenim. Tabiatla ve tarihle başbaşasınız. Bir oyuncuyu yönetir gibi doğayı ve doğa hareketlerini yönlendiremiyorsunuz. Sonra sanat tarihi ve tarih gibi bir konu çalışıyorken, bu sizden sonra konuya dokunacak araştırmacılar ve belgeselciler için sorumluluk yüklüyor omuzlarınıza. Metni hazırlamak en az çekim kadar zordu. Şöyle ki üniversite yıllarıma geri döndüm adeta. Bir yüksek lisans tezi hassasiyetinde eğildim çalışmaya. Anılar kısmı ise sanırım kendi başına bir belgesel konusu olabilir İlkay Abi. Bir kere doğal ve lezzetli ürünlerle, amca ve teyzelerimizin sofralarında ve sohbetlerinde masal gibi zamanlar geçirdiğimi söyleyebilirim. Bunlar ileriye dair unutulmayacak olanlar. Düşünün ki şehrin çarpık iletişiminden ve yozlaşmadan kopup gelmişsiniz. Doğallığı ve samimiyeti şiirlerde aradığınız gibi olan insanlar sizi evlerine davet etmiş ve bu insanlarla zaman geçiriyorsunuz. Masal kahramanlarına dokunabilmek gibi. İnsanımız güzel. Mücevher benzetmesi yapasım var fakat sığ kalacak gibi. Lakin anlatabildiğimi ümit ediyorum. Renklerine ve işçiliklerine hayran kaldığım tarihi camilerin hikayelerini dinlemek çok güzeldi o mekanlarda nefes alanlardan. Macahel bölgesinde bir cami vardı. On adım ötesi Gürcistan sınırı. Gözle görülüyor sınır. Sınır çizildiğinde yaşanan acıları dinledim. Evlerine konuk olduğumuz insanlar, ailelerinin bir kısmının sınırın diğer tarafında kaldığını söylerken ağlıyorlardı. Anne ve babalarının çektikleri sıkıntıları anlatırken.. Köyün camisi, sınırın Gürcistan tarafında kalmış. Köy halkı camiye ve geçmişlerine duydukları muhabbetten o zaman geceleri sınırı ihlal edip, parça parça taşımışlar camiyi sınırın Türkiye tarafına. Düşünebiliyor musunuz? Bu başlı başına bir hikâye ve film konusu değil midir? Ve sınır illerinde, köylerinde bir cami minaresi, o minarede asılı bir bayrak görmek çok başka duygular uyandırıyor insanda. Değerler ve ülküler daha anlamlı oluyor. Ve görüyorsunuz ki şehrin insanından daha hisli böyle yerlerde yaşayan insanlar. Adeta tarihin ve kültürel değerlerin nöbetini tutuyorlar. Sorunuzdaki zorluklar doğayla ilgili belgeselde. Çekimleri yapmak şehirdeki gibi olmuyor. Etrafınız orman. Tamam bu güzellik demek. Aynı zamanda ışık yok ve bol yağmur da demek. Bunlarda hep çekime engel durumlar. Şehirdeki gibi plan program yapıp, nimetin azizliğine uğrayıp, çekim yapamayıp döndüğümüz çok zaman oldu. Mayıs ayında çıktığımız bir dağ köyünde, çığ düşmesi sonucu yol da mahsur kaldık mesela. Mayıs diyorum dikkat edersen, Batı’da insanlar, deniz planları yapıyorlar o aylarda. Tam malzemeleri kuruyoruz, çekime başlayacağız. Güneş bulutlar arasından saklambaç oynuyor. Bir var, bir yok. Işık var, çekimin yarısındayız. Yağmur bulutları yukarıdan selam ediyorlar geldik diye. Fiziken ve manen zor şartlarda çalıştığımız zamanlar oldu evet. Konuyu ciddiye almayanlar, ekipte kopmalar bir sürü gündemde yaşıyorsunuz her aşamada. Çekimler bitip, prodüksiyon aşamasında İstanbul’a gidiş. Masa başında aylarca yaptığımız çekimleri yeri geldiğinde günlerce koltuktan kalkmayıp, kurgu yönetmeniyle beraber kurgulamak. Montajlamak. Bu da uzun ve meşakkatli bir süre. Fakat belgesel galasında insanların yüzünde gördüm/k ki hepsine değmiş ve her aşaması çok değerliymiş. Kolay olan güzel olmuyor, kalbe dokunmuyor sanki..

Belgesel çalışmanızın öncesinde 2014 yılında okurlarla buluşturduğunuz ‘Gelirsen Bir Kimliğim Olur’ ile öte çağla günümüz arasında bir ses köprüsü mü kurmaktı amacınız?

O kitap hakkında kurulabilecek çok cümle var. Dilime dolanıyor hepsi. Acemi bir anlatıcı gibi hissediyorum kendimi. Sorduğunuz soru bu anlam da yönü itibariyle güzel oldu. Günü ve anı yaşarken zihnimin bir tarafı, eski çağlarda, antik Yunan’da, Mezopotamya’ da, İskenderiye’de. Efes’de, Kafkaslar’da ataların geldiği eski Türk diyarlarında. Bu engel olamadığım bir şey. Hatta mitoloji de dâhildir buna. Yaşarken zihin hem bir kıyaslama yapıyor olmalı, hem ruhen de oralar da dolaşıyor olmalı ki kâğıda böyle şeylerin gölgesi düşüyor. Biraz da çağının çağdaşı biri değilim diye düşünüyorum. Bu zaman diliminde yaşıyorum fakat eski çağlarda dolaşan ruhun da fısıltılarına kulak veriyorum. Okuyorum da. Gece üretebiliyorum genelde. ‘Gece şeytanın işidir’ der eskiler. Şeytanımız da bol olmalı ki günü ve anı yaşatmayan bir durum söz konusu oluyor. Sonra adı geçen yerleri ve buna bağlantılı yerleri geziyor, havasını kokluyorum, fotoğraflıyorum. Karadeniz de tutup tarihi bir belgesel çekmek de tarihe açlığımızdan olsa gerek. Çekimleri yaparken 200 sene öncesi insanlarla o ağacı yonttum, üzerini işledim, yokluk çektim. Bu anlamda ses köprüsü ifadeniz, kitapta bu bağlamda olan sayfalar için doğrudur. 

Şiir yazma isteğiyle yazılan şiir mi yoksa dile düş gördüren şiir mi daha etkilidir sizce?

Sorunun cevabı çok yönlü. Şiir yazmak önce okumakla ilgili. Çok okumakla. İyi okumalar yapmamış birinin, üretken olamayacağını düşünüyorum. Dönüp baktığımda eksik gördüğüm çok satır var yazabildiklerimde. Bu insanı zihni anlamda da yoruyor. Diğer türlüsü yazmak, zamanında hepimizin de belki geçtiği gibi ergensi duygular, dürtüler şeklinde seyir edebilir ve yok olur. Hani derler ya her Türk bir dönem şairdir diye.  Okumak şiirin biraz da kendisi. Şair bunu fikre ve zihnindeki şekle dökebilendir. Okuduktan sonra görmeye başlıyor insan. Şair de gören, duyan bunu anlamlandırabilen kişi oluyor. Kelimeler zihninizde dönmeye başlıyor. Bunları duygulara da giydirebilen, bir fikre de dönüştürebilen bir mekanizma olmalı yaratılıştan gelen diye de düşünmüyor değilim. Kimi şairler, şiir de çalışırlar. Çok erken yaşlarımda bunu çok samimi bulmazdım. Sonra gördüm ki olabilir. Olmalıdır da. Okudukça had biliyorsunuz çünkü. Şiir biraz da sıkıntılı insan işi. Kalabalıklarda çok nefes alan bir üretici görmedim çok fazla. Bir hayır diyebilme, isyan basabilme şekli. Zamana, mekana, zulme karşı. Sorunuz içindeki iki sorunun da muhatabı oldum hayatta yürüdüğüm yol boyunca, fakat birine ağırlık vermem gereken bir cevapsa beklenen. Kırklı yaşlara yaklaşırken dile düş gördüren şiir diyebilirim cevaben.

Neşvünema bulduğunuz zamana karşı yenilmeyen şiir hangileridir? Poetikanız ve şiire bakış açınızla neler söylemek istersiniz?

Söyleyeceklerim için tepki toplayabilirim belki. Zamana karşı yenilmeyen şiir evrensel olandır benim için. Tesirli büyük bir medeniyetin temsilcileriyiz. Yakın tarihimizde ve geçmişimizde bugün dahi adını anarken tüylerimizi diken diken eden üstadlar ve şiir yazım şekilleri, kalıpları var. Çocukluğum külliyatını ezberlemekle geçti birçoğunun. Çoğu bizi terbiye de etmiştir. O duyguya, o zekâ ve matematiği haksızlık gibi algılanmasın lütfen. Lakin dünya insanı için bir yönden yetersizler. Şiirin yaşayan dünya dillerine çevrilebilir olmasını savunuyorum. Başka türlü şiirin sadece kendi coğrafya ve dilimizde zihne ve kalbe dokunabilen bir argüman olarak kalacağını düşünüyorum. Çok daha eskide ve bahsettiğimiz matematik dizilim şiirlerdeki o güçlü duygu ve etkiyi başka dillerde verebilmeli şiir. İlla ki bir takım dil ve çeviri sorunları olacaktır. Fakat diğer türlüsünden daha kolay ulaşılır ve anlaşılabilir olacağı kanaatindeyim. Şairleri lanetli görür bazı kültür ve teolojik yapılar, teşbihte hata olmaz peygamber de. Düşünsenize, belli kalıplarda yazılmış şiiri olan bir lanetli veya peygambersiniz. Ne öğretinizi/varsa size indirileni, ne de lanetinizi ulaştıra/bulaştırabiliyorsunuz. Poetika konusuna sadece şiirsel bakamıyorum. Fransa’da sanatların bütünü için ve yansıtılan estetik için kullanılmış bu ifade. Şair sıfatı için hala yolun başında gibi hissediyorum. Kendimi bu bakış açısıyla ifade edebilmem daha doğru olur. Suyu besleyen kaynak bir tane değil çünkü. Hayır diyebilme yetisiyle, zulümlere baş kaldıran tanka taş atma çabasında bir çocuk zihniyle yazıyorum, beslendiğim serseri, alaycı bir tarafta var, yaşamın içine çok dâhil edemediğim. Şiir dâhil, üretimi sürecinde sancısını çektiğim her şey için, bakıyorum, araştırıyorum, dokunuyorum, yaşıyorum, düşlüyorum, anlatıyorum. Lirik bir şekilde atıyorum adımlarımı. Bununla beraber belirttiğiniz gibi eski çağlarda da yaşadığım çağda da sokaklarda da var olma hali benimkisi. Yolu, toprağı, kaldırımı incitmeden. Bir seyir edasında. Dili, sözü yormadan, konuşma hali.

Kültür, sanat ve edebiyat dergilerinin işlevini ve topluma katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ülkemizin makûs talihinde çok dönem olduğu gibi bu dönemde sayılarının azaldığı bilmek, görmek üzücü. Bununla beraber bu dergilerin varlığı endüstri haline gelmiş, kültür ve edebiyat dünyası için bir başkaldırı. Yaşayanların okuyucuları için hormonsuz meyve ve sebze gibi oldukları kanısındayım. Teknolojinin gerekliliklerini de yakalamalı diye düşünüyorum dergiler için. Dergicilik kendi içinde bir arşivcilik zihniyeti de barındırdığı için belki, birçok dergi, internet ve sosyal medya mecralarına çıkamamış da duruyor. Burada takipçi abone kitlesi oluşturamamış görünüyorlar. Kitaplara, dergilere dokunabilmek. Onların kokuları, çocukluğumuzdan hatıra ve çok güzel duygular bunlar. Fakat dolaşım ve seyahat halindeyken de online abonelik şeklinde bir dergiyi mobil cihazlardan da okuyabilmek istiyorum. Böyle düşünen insanların da sayısının azımsanamayacak kadar çok olduğunu biliyorum. Dergicilik, kötü bir dönem geçiriyor. Yıllar sonra kıymetleri anlaşılacak gibi görünüyor..

Artvin Hopa’da yaşayan biri olarak Artvin’deki kültürel ortamı nasıl buluyorsunuz? Türkiye genelinde edebiyat ve dergi çevrelerinden hangileriyle iletişim içindesiniz?

Sohbetin başında ifade ettiğim gibi bir senedir buradayım. Açıkçası Hopa’da kültürel ortamlardan bahsetmek biraz zor. İstanbul ve Ankara çevrem ve üniversiteler vasıtasıyla takip ettiğim, güncel kalmaya çalıştığım konular var. Üniversitelerden talep geldiğinde, belgesel gösterimleri yapıyoruz. Bu, söyleşi imkânını da beraberinde getiriyor. Genç kardeşlerle bir araya gelmek güzel. Şehitler ve gazilerimiz için öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımızla bölgede orta çaplı bir proje geliştiriyoruz. Trafiğine, stresine rağmen, İstanbul’un kültür atmosferi ve bu yönlü dost sohbetlerden ayrı kalmak da zaman zaman eksikliğini hissettiğim bir şey.  Uzun zaman belgesel için dolaşımda oldum. Bu sebeple çok fazla takip ettiğim dergi olamadı. Dönemsel Poyraz Edebiyat, Sivas Postası, Din ve Hayat, Mavi Yeşil Kültür Sanat,  Ihlamur Kültür Sanat ve Edebiyat dergileriyle temas kurabiliyorum.
Aynı coğrafyayı paylaşan farklı kültürlere sahip halkların kültürel anlamdaki sıkı ilişkileri toplumun ortak kültürünün oluşumunda yeterli midir?

Soru için Artvin’e mikro ölçek de bakmayı denersek, burada Laz, Gürcü, Poşa, Kıpçak Türkleri ve Hemşin halkları var. Misal; Hopa’da konuşulan dört dil var. Bu dillerin içerisine konuşulan diğer dillerden kelimeler girmiş. Söylemin her dilde aynı manaya geldiği ifadeler mevcut. Bu halkların hepsinin kendi içinde ayrı yaşama biçimleri varken, ortak hareket edebildikleri de çok nokta var. Bir doğum, ölüm haberine, ilçede olan bir gelişmeye aynı seslilikle tepki verebiliyor insanlar. Bu ölçek de yeterli duruyor diyebiliriz. Makro ölçekte ülkemizin geneline bakarsak, ortak kültürün oluşmasını ümit ediyor insan. Karamsar bir yaklaşım olsa da ben günümüzde bunun eskide olduğu gibi olduğunu düşünmüyorum. Bir Çanakkale ruhu istenilen anlamda vücut bulamamış diye algılıyorum. Aile, yaşam şekli, bayrak, ülke bekası gibi konularda dahi yaşanan büyük toplumsal olaylarda, davranışların ayırt edici olduğu görüyoruz. Bu üzücü. Çok üzücü.

Coğrafya ve iklim olgusunun kültüre etkileri hakkında neler söylersiniz?

Yaşadığı coğrafya ve o coğrafyanın iklim koşulları, yemek, giyim, şive, mevsimsel davranış şekilleri ve turizm kültüründen tutun birçok konuda etki ediyor genel çerçevede kültüre. Bunu daha önce gezdiğim yerlerde gördüm, Ege’de de, Akdeniz’de de. Karadeniz kadar baskın gördüğüm bir yer olmadı diyebilirim. Ve bu etki güzel izlenen, hoş yaşanan bir etki oluyor. Duymadığınız atasözleri, deyimler ve yaşayış biçimleri tecrübe ediyorsunuz.

Taşra ve şehir kültürlerinin birbiriyle etkileşimiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bir şehir tahayyül edersiniz?

Sosyolojik bir tespitle değineyim konuya. Yüksek lisans eğitiminden sebep, ilerlemiş bir yaşta Ankara’da yaptım askerliğimi. Sosyoloji okumalarının çok faydasını gördüm gözlemlerimde.. Ankara müziği, Ankara dansı vs, diye adlandırılan tüketim ve eğlence malzemelerinin, arada kalmışlık, olmamışlık hali olduğunu düşünmüşümdür hep, yaşadığım süre zarfında. Bir olmamışlık hali. Ne taşralı olabilmeyi ne de şehirli olabilmeyi becerebilmiş bir yaratım bu neticeler. Ankara’nın güzel taşra ve şehir insanlarını tenzih ederim tabiî. Taşrada olmanın ve şehirde olmanın artı ve eksikleri çokça. Taşra kültürü şehir kültürüne değdiği zaman, birçok etkenle kendi dinamiklerini yitirmeye başlıyor. “Bir semtin sokak hayvanları sizden kaçmıyorsa, orada yaşayın. Çünkü komşularınız güzel insanlardır.”  demiş ya Goethe. Benim şehir tasavvurumun temelinde bu yatıyor. Bu vasfı taşıyan semtlerin insanları merhametli, duyarlı oluyorlar. Size, doğaya, hayvanlara karşı. Çirkin bir yapılaşmayla gözlerin ve gönüllerin çok yorulmadığı, insanların sokakta bir çok anlamda ayrışmadığı, ötekileştirilmedikleri, az trafikli. Trafiği sosyal ve kültürel paylaşımlarda artmış olan bir şehir. Kendi medeniyet tasavvurunu yapabilmiş bir şehir. Eski çağlara, anfi tiyatrolara götüreyim mi seni İlkay Abi?
 
Toplumun ortak kimliği denince aklınıza ilk gelenler?

Aklıma ilk bayrağımız, ezan ve şehitlerimiz geldi. Sonra türkülerimiz..

“Anadolu kalesi dünyanın kalbidir. Kalenin Asya’ya açılan burcu Malazgirt, Avrupa'ya açılan burcu ise İstanbul' sözünü değerlendirebilir misiniz? Milletimizin taşıdığı müşterek mefkûreler hakkında neler söylersiniz?

Bunu şimdi söyleyebilir miyiz bilemiyorum. Malazgirt’te de İstanbul’da da atalarımız ulaştıkları yere Anadolu kültür ve vicdanını götürmüşler. Gidemediğin yer senin değildir diye bir atasözü var. Bakın güzeldir o söz. İçi çok doludur. Anadolu kültüründe İslam’dan, Türk’ün töresinden beslenen, zulmetmemek, muhtacın yanında olmak, hak, hukuk, hakkaniyet gibi kavramlar var. Gittiğin yere gitmekten kasıt bu olsa gerek. Bunlarla gidemediğin, adalet dağıtamadığın, farklı kimlik ve kültürdeki insanlara nefes hakkı tanımadığın yerler, yağmaladığın yerler oluyor. Tarihte bu yağmalamayı yapan milletler de kavimler de çokça. Türklerin taşıdığı Anadolu kültürüyle gittikleri yerlere götürdüklerine de bakılabilir bu sebeple. Balkanlarda veya bazı coğrafyalarda o bölge insanına ırkı için değil, yaşattığı kültür için hala Türk denir. Bu adını saydıklarımız müşterek mefkûrelerimizdir.

Ortadoğu halkları makûs talihlerini nasıl kotarırlar?

Üzülerek, Ortadoğu halklarının makûs talihlerinin değişebileceğini bizler göremeyiz demek istiyorum. Belki evlatlarımız. Bizler kapitalizm çemberinin kuşattığı bir yüzyıldan geçiyoruz. Akşam yemeğini yerken, televizyonda izlediğimiz Filistinli ve Suriyeli bir çocuk veya kadının bombalandığı görüntüsü, çoğumuz için birkaç saniyelik bir haber.  Dönüp en fazla şükrediyoruz halimize (ki bu şükür şeklini sevemem). Birkaç saat sonra veya ertesi gün mutluyuz. Yine kapitalizmin çarkında maaşlı bir çalışanız. İşyerimizle ilgili, sağlıkla, aileyle ilgili kaygılarımız var. Tek sorumluluğunu eve ekmek götürmek sanan kapital tanımlı ve takım elbiseli bireyleriz. İsmet Özel diyordu ya; ‘tam da kapitalizmin istediği yerdeyiz. Neşeliyiz, mutluyuz’. Çözüm ve ses duyurma çabalarını göz ardı etmemek gerekir elbet. Bu tohumların toprakta tutması, filizlenmesi, büyümesi zaman istiyor. Bu bilinçli yetişmesi gereken kuşaklar demek. Bu yüzden belki çocuklarımız dedim. Bahsettiğimiz müşterek mefkûrelerin bir kısmı tam da bu coğrafya için. O mefkûreler manevi ve kültürel birlik beraberliği getiriyor aynı zamanda. Bir asır önce o coğrafyayı bu hale getirme planı yapanların karşısında, günü değil insanlığın önündeki asırlar için düşünce ve eylem üretmesi gerekir diye düşünüyorum.

Şöyle geriye dönüp baktığınızda düş olmaktan çıkanlar hala düş olarak kalanlar neler sizce? Hayata uyduramadığınız düşleriniz var mı?

Yayımlanan eserleri, fotoğrafları, belgesel ve kitapları bir vakit envanterden sayıyordum. Öyle çok dertsiz olduğum zamanlar olmadı belki. Fakat hülyalı başımı da mutluluk sanıyordum. Şimdi dertlerim var Allah’a şükür. Çok şey yaşadım ve her şeyim var diyordum. Oysa yaşamamışım. Mutlu da olmamışım. İki yaşına girecek bir oğlum var. Hiçbir şeyim yokmuş ve hiçbir şey bilmiyormuşum. bu duygu yaşadıklarımdan çok daha farklıymış onu anlıyorum. Düşler için hala çalışıyorum. Alim diyordu ya ‘Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır’ diye. Arıyorum.

 ‘Yorgunluğu yapan son adım değildir. Son adımda yalnızca yorgunluk ortaya çıkar’ diyen Montaigne tespitini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizde yorgunluk ne zaman ortaya çıkıyor?

Yeri zamanı bizler tarafından bilinmeyen, neticesi ve çıkacağı yeri belli olan bir yolda yürüyoruz. Yol zaten engebelerle dolu. Bu yolda yorucu olan, yürüme eylemi değil. Yorgunluk, asık yüzler gördüğümüzde, adaletsizlik olduğunda, anlaşılmadığımızda. Yorgunluk, Cemal Süreya’nın şiirindeki gibi ‘kötülüklerin büsbütün egemen olduğu namussuz bir çağ bu biliyorsun’ dediğimiz zamanlarda ortaya çıkıyor.

Gerek yazım gerekse de belgesel ve film çekimleri noktasında ileriye yönelik ajandanızda ne tür projeler var?

Bilgisayar klasörlerinde ve kütüphane raflarında bekleyen parça parça yazılar var. Lakin elim eskisi kadar varmıyor o klasörlere. İlhan Berk kendi tarzı için devamlı değişim halinde olmayı ifade edermiş. Sanatın tek bir mecrada kalması duygusu beni son zamanlarda yoran bir düşünce. Günümüz insanı okumuyor. İzliyor. Sanatı bir ağaç olarak betimlersek, blog yazarlığı, kitaplar, film, görsel sanatlar, belgeseller bu ağacın dalları diye düşünüyorum. Sosyal medyada ciddi bir kısa söz söyleme alışkanlığı ve bilgi kirliliği var. Bunun yaşam biçimi haline dönüşmeye başlaması uzun zaman oldu. Önemsediğim, düşündüğüm çok konu var. Belgesel ve filme yoğunlaşmak istiyorum. Çocuklar için yapmayı planladığım bir proje ve uluslar arası çekimler ve röportajlar içeren sınırlarını yeni çizmeye başladığımız bir kültür projesi üzerinde çalışıyorum. Yarın ola, hayrola.

Üstad,  güzel söyleşi için size ve bu söyleşiyle yer bulduğumuz A.kalemler Dergisi’ne teşekkürlerimi iletiyorum.
 
A Kalemler Dergisi 
Sayı 18, Mart 2019
http://www.akalemler.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder