Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Araştırmacı
Yazar Eğitimci Prof Dr. Bilal Kemikli* ile
Kitap,
Edebiyat, Kültür ve Hayata Dair söyleşi
Mülakat
Soruları: İlkay Coşkun
Güneysu Dergisi,
Sayı 124, Güz 2019
Yoğun
iş temponuz arasında söyleşi talebimi olumlu karşıladığınız için teşekkür
ederim. Sizin akademisyenlik, dekanlık yönünüzden ziyade edebiyatçı yönünüzle
ilgili söyleşimiz olacak ancak her eğitimcinin gelmek isteyebileceği bir
görevdesiniz. Bu görevde olmayı çok istediniz mi? Rutin yürütmenin dışında
farklı ne tür yaklaşımlarınız var?
Estağfirullah,
ben teşekkür ederim; sizler lütfettiniz bir söyleşi, bir sohbet imkanı
oluşturdunuz... Evet, idari görevler gelip geçicidir.
Aslolan geride kalan işlerdir. Sanat ve edebiyat, geride iz bırakmanızı kolaylaştırıyor.
Bu anlamda eğitimcilik de bir sanattır. Öğretmenlik mesleği kelimenin tam
anlamıyla bir sanatkârlıktır. Bu bakımdan akademisyenlik, bilimsel araştırma ve
incelemenin yanında, öncelik itibariyle hocalıktır, öğretmenliktir. Dolayısıyla
akademik yönü de sanatla ilişkilendirmek mümkündür... Oradan bakarak da
konuşabiliriz. Ama ben sizin çizdiğiniz yolda ilerleyeyim.
Şunu
soruyorsunuz: Bu görevde olmayı çok istediniz mi? Temel bir soru… Görevden maksat
akademisyenlik ise, evet bu çileli yolun tâlibi oldum. Akademik yol, dışardan
güllük gülistanlık gibi görünebilir ama özü itibariyle meşakkatli, çetin bir
yoldur. Bütün gününüzü alan, hayatınızın bütün aşamalarını ve evrelerini
kuşatan bir yol. Siz tohum olacaksınız, toprak altında yok olmaya kararlı bir
tohum; ama zamanla o “yokluk” hâli meyveye duracak… İnsanlar tatil yaparken,
sizin tezinizle veya makalenizle meşgul olmanız icabeder. Akşam evde biraz
nefes aldıktan sonra yine bir köşeye çekilir ya okur ya da yazarsınız. Siz
zamanınızı, varlığınızı, ömrünüzü verirsiniz… Ama bu sizinle sınırlı değildir;
çoluk çocuğunuzun da orada payı vardır. Mesela hafta sonu evdesinizdir, çocuk
sizinle bahçede top oynamak ister ama siz yarın bir dersiniz vardır, onu
hazırlamakla meşgulsünüzdür. O çocuk ona ayıramadığınız zamanlar içinde büyür.
Bir de geriye dönüp bakarsınız, yazılan yazılar, kitaplar ve mezun olan
öğrencilerin vardır ama birlikte oyun oynayamadığın çocuğun da kenarda kendi
köşesinde büyümüştür… İşte budur akademisyenlik. Daha başka konular da var ama
izninle oralara girmeyeyim.
Meşakkatlidir;
lakin onurlu bir meslektir. Araştırmak, öğrenmek, anlamak, anlatmak… Yarınları
kurarsınız derslikte yahut bir derginin sayfalarında. Bu millete hizmet etmenin
güzelliği var. O bakımdan yeniden hayata başlasam yine ilim yolunda devam etmek
isterdim. Nitekim sevginin olduğu yerde meşakkat olarak andığımız hususları
kolayca aşıyorsunuz.
Eğer siz burada
dekanlık makamını soruyorsanız, inanın bu görevin tâlibi olmadım. Ben daha
evvel de bir fakültenin kurucu dekanıydım; yeni bir eğitim kurumunu milletimin
hizmetine sunma vazifesi tevdi edilmişti… Aşkla o görevi yerine getirdim. Lakin
bu vazifenin ikinci defa tarafıma tevdi edilmesi hususunda talebim de olmadı,
özel bir çabam da. Böyle takdir edildi, münasip görüldü, biz de aldığımız
terbiye gereği verilen görevi en iyi şekliyle ifa etmenin yolunu yordamını
aramak durumundayız. Çalışıyoruz; iyi şeyler olsun diye… Çalışacağız. Ağlığımız
elverdiği ölçüde çalışacağız. Fakat şunu söyleyeyim, ilim yoluna esas olan “ilmi”
çalışmadır. Ne demek istiyorum? Şunu: Esas olan hocalıktır; idarecilik arızî
bir iş. Arızî yani gelip geçici. Bu bir nöbettir, bu nöbeti tutma vazifesiyle
memur edilmişiz, yapacağız. Ama aslî işimize, okumaya ve yazmaya daha çok vakit
bulalım diye bu sürenin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasını bekleyeceğiz.
Sorunuzun ikinci
kısmına gelince şunları söyleyeyim: Bendeniz eğitim idaresinde temel aldığım
ilkeleri 3T ile formüle ediyorum. 3T’den murat nedir? Tebessüm, takdir ve
teşviktir. Çünkü yaptığımız iş her ne kadar bürokratik bir vazife olsa da özü
itibariyle ilmi hayatı ve eğitimi tanzim eden bir vazife olması hasebiyle daima
rutinin dışında olmamız icabeder. Ekip çalışmasıyla yol almalıyız. Fakültede
yayın, proje ve eğitim faaliyetlerinin kalitesini buyurgan bir eda ile
artıramazsınız. İdare ettiğiniz kesim seçkin bir topluluktur. Onların rızasını
da alarak ortak bir amaca yönelmenin yolunu aramanız lazım. “Ben yaptım, oldu”,
diyemezsiniz. Birlikte bir şeyler yapacağız. Bu 3T formülü bunu temin ediyor. Samimi
bir tebessüm, yerinde takdir ve endişeyi izale edecek bir teşvik tıkanan sistem
içinde bütün yolları size açacaktır. Bihakkın açmasa da, meseleye makul ve
müspet bakmayı telkin edeceğinden kaliteyi artıracaktır.
Sayın
hocam, akademik çalışmalarınız dışında yirminin üzerinde yayınlanmış kitabınız
var. Kitaplarınız okurlarla buluşmasının ardından ne tür tepkiler alıyorsunuz?
Yazmak hayatınızın neresinde?
Teşekkür ederim;
ama benim eserlerimin ekseriyeti ilmi, akademik çalışmalarımla alakalıdır.
Evet, deneme yazıyorum; ama bu külliyatım içinde bir yekün oluşturmaz. Şöyle
tasnif edeyim, üç deneme kitabım var: Şehir Hayat ve Derviş, İnsan Deniz ve
Hayat ve Ramazan Güzellemeleri. Bir de mektup türünde Mevlana’nın Kalbine
açılan Kapı (Mesnevî Mektupları) var. Bunların dışında son yıllarda popüler
olan nasihatname tarzında Oğul Sen Sen Ol ve Sen Sen Ol Sevgili Kızım isimli
kitaplar var. Bu altı kitaba bir de son yıllarda bir hatıra tarzı eser girdi:
Memleket yazıları/ Çiğdem Der ki Ben Alayım. Bunlar edebi zevkle yazdığım
kitaplar. Ama temelinde yine kendi alanımın birkimi var. Akademik anlamda
arkeoloji yapmadan deneme yahut diğer edebi eserler ortaya çıkmıyor. Belki bu
benim kanaatim; fakat hakikatte de öyledir. Ciddi bir hazırlık evresi
geçirmeniz lazım yazmak için. Meseleye buradan bakınca, seksenli yıllarda ilk
yazımı yazmışım... Seksen beş yahut seksen altı. O vakit bir lisans
öğrencisiyim. Lakin sıradan, sadece okulu bitirme niyetinde olan bir öğrenci
değil. Yazarak var olma çabasında bir öğrenci düşünün. Neyi, niçin ve nasıl
okuduğunun ayrımında olursanız yazı da gelir. O bakımdan yazmak benim hayatımın
belirleyici vasıflarından biridir. Daha doğrusu okumak, yazmak ve konuşmaktan
başka bir numaram da yok. Ha, bir de çay içmeyi severim... Kebabı da. Başka?
Başka bir numaramın olmadığının ayrımındayım. Beceriksiz miyim? Bilemiyorum.
Fakat yetişme şeklim de çocukluğumdan itibaren hemen hemen böyle.
Bizim gibi
yazarların yazarlıktan önce hocalığımız ön plandadır. Öğretmek isteriz.
Vazifemiz budur. O bakımdan yazdıktan sonra müsbet yahut menfi tepkinin peşinde
olmayız. Ama sıkı eleştirilerin olmasını arzu ederim. Tenkit tekamüle sebep
olur. Maalesef bizde makul tenkitler pek yapılmaz; ya göğe çıkartırız, yahut
yerin dibine sokarız muhatabımızı. Ama şu kadarını söyleyeyim: Yazarak geçimini
temin eden bir kişi değilim; fakat yazdıklarım da muhatabına ulaşıyor. Bunu
görüyorum.
Şiir
ve diğer edebi ürünlerde metafizik/mistik ve gelenek unsurlarının yer almasına
yönelik olarak düşüncelerinizi alabilir miyim? Din, inanışlar, sosyoloji ve
tarihin edebi ürünlere yansımalarını nasıl görüyorsunuz?
Sanatın
temelinde din vardır. Daha açık bir ifadeyle sanat dini ayinlerden neşet
etmiştir. Şamanı düşünelim; o rakseder, neşideler okur... Şairdir,
musikişinastır, rakkastır. Bu bizde “ozan” olarak değişim gösterdi. Ozan, aşık
hem yazar, hem söyler, hem de icabında çıkar rakseder. Kıssalar anlatır,
destanlar söyler... Sekülerleştikçe sanat dinden uzaklaşmaya başladı. Oysa
temelinde din var. Daha da önemlisi duygu var. Duygunun olduğu yerde metafizik
de olacaktır. Duygu, bizim hislerimiz, kaygılarımız, umutlarımız, hayallerimiz,
rüyalarımızdır. Hatta coşkumuz, hazzımız, korkumuz... Sanatkar duygusundan azade
eser terennüm edebilir mi? Bu bakımdan işin tabiatında sanatın insan merkezli
olması sözkonusu. İnsan, fizik ve metafizik düzlemin buluştuğu varlıktır. Şair,
o varlığı çözmek için çaba sarfedecek, ona aklıyla olduğu kadar hissiyle de
yaklaşacaktır. İster istemez din, inanışlar ve kültürel miras bu yaklaşımda
belirleyici rol alacaktır.
Bu insan değil
de mesela bir ağacı anlatsanız bile, bir akan suyu, uçan kuşu... Orada da
metafizik olacaktır. Yunus’un çiçekle yahut bir su değirmeniyle konuşmasını
hatırlayalım. Varlıkla konuşmak, sadece beş duyu il sınırlı bir konuşma
değildir; ona içerden bakarak da seslenmek icabeder... İç bakış. Şiir oradan
neş’et ederse kalıcı olur. Şarkı da öyle. Matematiksel bir işlem yapmıyoruz;
rakamların imlediği zahiri mananın ötesinde başka bir mana arıyoruz.
Şiir,
edebiyat ve kültür bağlamında insanımızın halk irfânını, irfâni bakış açılarını, irfâni değerlerini
örneklendirebilir misiniz?
Bu uzun bir
cevabı gerektirir. Şiir ve İrfan kitabında bu konu ayrıntılı bir şekilde ele
alınmaktadır. Halkın irfanı, türkülerdir, atasözleridir, manilerdir, halk
hikayeleridir... Halk okumuyor, yazmıyor belki ama dinliyor, tecrübe ediyor ve gözlem
yapıyor. Varlık kitabını okuyor. Şimdi okuma yazma bilmeyen bir ozanımızın
türküsünü, mesela Veysel’i kaç doktora yapmış ilim adamı söyleyebilir...
Neşet’in deyişlerini mesela? Halkı küçük görenler, yıldızların isimlerini
bilmez, kır çiçeklerini tanımaz. Yıldızlarla söyleşen, çiçeklerle dertleşen bir
halk irfanına sahibiz.
Coğrafya
ve iklim olgusunun kültüre etkileri hakkında neler söylersiniz?
İbn-i Haldun’un
nazariyesi, malum... Coğrafya bizim kaderimiz de oluyor. Sivas’ın, orta ve doğu
Anadolu’nun aylarca süren kışını yaşamayanlar Ahmet Muhip’in Kar şiirinden ne
anlam çıkaracak? Yahut Uludağın esintisinden nasiplenmemiş, yaylalarında akan
serin sulardan tatmayanlar Lamii Çelebi’ye nasıl anlam yükleyecekler? Coğrafya,
tabiatı, bitki örtüsü, hava şartları gibi unsurlarla sanatçının muhayyilesini
süslediği gibi şahsiyetini de inşa eden etkin bir faktör olarak karşımıza
çıkar.
Eğitimin
içinde olan ve edebiyata katkı sağlayan biri olarak edebiyat dünyasının bazı
alanlardaki daralmaları, küçülmeleri akabinde daha az okuyor olmamızı neye
bağlıyorsunuz?
Daha az okumayı
tartışmayalım... Ben daha az dinliyoruz, diyorum. Çünkü kültürümüz söze
dayalıdır. Söz de yazıdan çok konuşmaya... Dinlemeyi unuttuk. Şehir hayatı,
dinleyecek insanlardan bizi uzaklaştırdı. Hoş hikayemizi anlatan Dede Korkut
varisleri de modernleşme sürecinde yokluğa mahkum oldu. Hikaye anlatıcılarımız
azaldı veya yok.
Göç, kırsaldan
şehre, oradan da büyük şehre doğru evrilen uzun hikayemiz bizim... Modernleşme
süreci ise bir başka hikaye. Bu hikayelere girmeyeceğim; fakat şunu söyleyeyim:
Kültür değişmeleri yaşayan toplumlar, hususen bizim gibi hızlı ve zorunlu
kültür değişime maruz kalan milletler kendi özlerine karşı yabancılaşırlar.
Özüne yabancılaşmış bir münevverden de geniş oylumlu, köklü ve kuşatıcı analiz
bekleyemezsiniz. Daha az okumak, işin basite kaçan izahı... Pek, çok okusak ne
olacak? Neyi okuyacağız? Bu milletin ortak paydada okuduğu, bütün
mahalleleriyle birlikte, her görüşün üzerinde ittifak ettiği on kitabı var mı?
On kitap... Sağı da solu da bu on kitap üzerinde ittifak edebilmeli. Lütfen
beni hoş görün, yıllardır bu on kitabı arıyorum, bulamıyorum. Hani, merhum Erol
Güngör’ün tercüme ettiği Dünyayı Değiştiren Kitaplar var. Onu okurken, ben de
Meşrutiyetten bu yana bizim kültür, sanat ve düşünce dünyamızda tesir eden ve
toplumun tüm kesimleri üzerinde etki oluşturmuş olan on kitabını tespit eden
bir eser kaleme almak istedim... Aradım, hala arıyorum. Buna zemin metinler
diyelim; maalesef yok... Ama Osmanlı’da bu vardı. Okuma yazma bilemeyen falan
köyün filan ailesine mensup Ayşe teyze, Cengnameleri dinleyerek bir hayat kuruyordu.
Siyer-i Nebî’yi, Muhammediyeyi... Şimdi bu kalmadı. Aynı evin içinde bir kaç
mahalle kuruldu. Baba çocuğuyla aynı kitabı okumuyor, torun başka bir alemde...
Şimdi bu elbette daralmaya sebebiyet verecek. Herkesin her şeyi konuştuğu yerde
derinlik de olmaz, vüs’at da...Orada sathilik hüküm sürer. Lütfen kusura
bakmayın, halimiz biraz böyle.
Dünyanın
yaşadığı/yaşayacağı açmazlara müslümanların söyleyecekleri şeyler nelerdir
sizce? İslam toplumlarının dün olduğu gibi bu günkü yaşadığı çıkmazları göz
önüne alırsak müslümanlar cihetiyle geleceği nasıl okumalıyız?
Bunca
olumsuzluğa rağmen umutla okuyacağız geleceği. Çünkü İslam daima umuttur. Tabi,
son iki asırdır içine düştüğümüz bir durum var. Bu iyi bir durum değil. Hele
hele son yirmi yıllık süre içerisinde, kendine gelme çabası içinde olan İslam
coğrafyası farklı oyunlara sahne oldu. Edilgen bir yapı var. Zamanın ruhuna
uygun bir şekilde yaşananları okuyup tedbir almak konusunda yeterli bir
seviyede değiliz. Bir kargaşa hüküm sürüyor... Ama bu kalıcı bir hava değil.
Derlenip toparlanma olacak, kendi küllerimizden yeniden ayağa kalkacağız. Bunda
şüphem yok. Bu nasıl olacak? Bu soruya hepimiz muhatabız. Ayrıntıya girmeyeyim,
fakat şunu söyleyeyim: Hepimiz, sen, ben ve o, zihni ve fikri ayrılığı bir
kenara bırakarak söylüyorum, iyi insan olmaya başladıkça her şey iyi olacak.
Musa’nın asası bu “iyi insan” olma idealinde saklı. İyi, yani ahlaklı, dürüst
ve işini önemseyen, topluma duyarlı ve çevreye faydalı insan. O asa, bizim bu
iyilik restorasyonumuzla birlikte üzerimize çöken sihirleri teker teker etkisiz
hale getirecek, kurulan tuzaklar birer birer bozulacaktır. Bunun imkânı ilim
geleneğimizde var. Güçlü bir üsûle sahibiz. O üsûl bizim yeniden inşamıza katkı
sağlayacak zemini bize sunuyor. O bakımdan umutluyum... Umudumuzu yitirmeyelim.
Aydın
ile toplum arasındaki kopukluk daima söylene gelir. Ülkemizde yaşanan bir aydın
sorunsalını bir akademisyen olarak nasıl değerlendirirsiniz? Bu ikisi
arasındaki iletişim eksikliği nasıl tamir edilebilir?
Eskiden aydın
vardı. Meşrutiyet aydını diyoruz, hakikaten var. Bir derdi var; benimle aynı
şeyleri düşünmese de var. Fakat bu aydın birinci dünya savaşıyla birlikte
yerini bürokrata bıraktı. Tek partili dönem ve bilahare çoğulcu siyaset
dönemlerinde daha çok siyasi figür olarak, ideolojik dar kalıplara sıkışan bir
aydın tipi varlık kazandı. Ama yine de Mümtaz Turhan, Cemil Meriç, Sabri
Ülgener ve Nurettin Topçu gibi isimler, hatta Kemal Tahir yetişti... Bunlar
arafta kalan insanlar. Ama ben seksenlerin hikayesine çoğu yönüyle tanığım,
doksanlara ve ikibinlere oradan geliyoruz; aydın... Bilemiyorum. Belki merhum
Erol Güngör, Sadettin Ökten gibi güzel isimler var. Ama kendini “aydın” olarak
tanımlayanlarda sadece bir “taraf” olma, körü körüne muhalefet etme çabası
görüyorum. Aydın kimdir? Toplumun sorunlarını bilen ve çözüm üreten kişi...
Eğer böyle bir tanım yapıyorsak, orada aydını bulmamız pek kolay değil. Şu gazetede
yazan, bu televizyonda yorum yapan kişi yahut falanca dizide oynayan aktirist
ise aydın; her köşe başında bir kaç tane var. Bunların halktan uzak düşmesi,
halkın yararınadır. Bırak uzakta kalsınlar... Kendi hakikatine yabancı insanın
aydınlığı halka karanlık getirir. Onların halk ile iletişimine kafa yormanın
bir anlamı var mı? Yukardan bakan, buyurgan, halkı küçük gören, tarihten ve bu
toprağın ruhundan kopmuş ve dolayısıyla bizim meselelerimize Londra’dan,
Paris’ten bakan “edilgen aydın” tipinden bu millet çok çekti. Malesef kendi
içimizden de kabuğunu kıran hür iradeli aydını çıkaramadık. Ama bu zaman
içerisinde olacak... Son yıllarda bu anlamda sorular arttı. Bu soruları iyimser
değerlendiriyorum ve yarınların memleket meselelerini sağduyuyla anlamaya ve
çözmeye çalışan gerçek aydınlara gebe olduğunu düşünüyorum. Dedim ya, umutsuz
değilim... Daima umutluyum.
Eğitimin
içinde tam da gençlerle birebir iletişim içerisinde olan biri olarak sormak
istiyorum. Neşet Ertaş’ın hayata ve insanlara bakışında ki felsefi duruş gibi,
Nuri Pakdil’in söylemi olan klas duruş gibi ahlakı ve maneviyatı önceleyen
duruşları gençler hayatlarına nasıl yansıtabilirler?
Neşet Ertaş’ı
hep sahici buldum... Sahicidir. Saf. Kır çiçeği gibi. Âh-ı Evren’in,
Gülşehrî’nin, Âşık Paşa’nın hemşehrisi. Bunlar kurucu isimler. Yaşadığımız
çağın türküsünü söyledi, vazifesi buydu onun. Söyledi ve gitti... Abdal.
Derviş. Hayata dervişçe dokundu. Onun türkülerinde hemşerisi Yunus’un ve Hacı
Bektâş-ı Velî’nin kokusu vardır. Nuri Beye gelince, o yeni. Onun da beslendiği
damarda dervişlik var; ama üslûbu yeni, dili yeni. Ben bu yeniliğe meşgul
olduğum konular itibariyle biraz mesafeliyim. Ama onda da zaman zaman Âkif
kokusu duyarım. Klas duruşu bir kenara bırakalım, o kavramın içinin pek doldurulduğunu
söyleyemem. Asıl Nuri Bey’in bağlanması beni sarar. Orada, Fethi Ağabey’den
mülhem Neşet’in de dile getirdiği bize ait olan ruhu görürüm. Bağlanmak ve
biat... Müthiş kavramlar. Modern insanı düştüğü kuyudan çıkarmak için uzatılan
bir eldir bağlanma kavramı. Buzda dans eden, esen rüzgarın etkisinde kalan
insan için bir duruş, sağlam bir sabite sunar. Belki buradan yola çıkarak o
klas duruşun içi doldurulabilir. Zira duruşu olmayanın düşüncesi de olmaz.
Gençler Neşet’i
ne kadar dinliyor? Bunu doğrusu bilemiyorum. Ama son yıllarda Nuri Bey “sükût
süreti” ile yaptığı o efsane konuşmayı bıraktı... Konuşan, gençlerle buluşan
bir Nuri Pakdil var. Gençler bu konuşan Nuri Pakdil’i tanımaya başladılar.
Fakat benim için efsane olan o sükûtun sesi de kalabalık içinde kaybolup gitti.
Umarım zamanla bağlanma ve biat bilinciyle buluşur gençlerimiz. Böylece bir
duruşa da ererler. Demem o ki, popüler Nuri Pakdil’in arkasındaki asıl Nuri
Pakdil’e ulaşmak lazım. Bu da zamanla olur, diyelim.
Şairler
ve yazarların farklı farklı edebi türlerde yazmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Araştırmacı yönünüzü özellikle edebiyat üzerine yoğunlaştırırken neleri
gözetiyorsunuz? Bir yazar ve eğitmen olarak Türkçe dilinin doğru kullanıldığını
söyleyebilir misiniz? Bu nokta da neler tavsiye edersiniz?
Türler birer
duraktır. Hep aynı durakta durmayacağız, başka başka yolculuklara da çıkmamız
lazım. O bakımdan sanatkârın farklı türlerde yazılar yazmasını yadırgamamak
lazım. Ama Mustafa Kutlu’yu önemserim; deneme de yazsa, daima hikayede kaldı...
İyi ki kaldı diyorum. Onun hikaye arkı pek çok sanatkarın bahçesini sulamıştır.
Bazen, keşke derim, Rasim Özdenören de hep hikaye yazsaydı. Müthiş bir
anlatıcı. Ne var ki, Rasim Bey fıkra yazarlığına daha çok ağırlık verdi. Onun
için bazen, keşke hikayelere devam etseydi, dediğim olur. Ama bu bizim
bakışımız. Demek ki, o aciliyet arzeden başka bir yöne öncelik verme gereği duydu.
Elbette bu
soruya başka pencerelerden bakarak cevaplar da verilebilir. Benim ilk anda
aklıma gelenler bunlar. Türkçeyi kullanmak, o başka bir konu... Şikayete gerek
yok. Dilimizi çok iyi kullanan yazarlarımız var. Yok değil. Fakat size şunu
söyleyeyim, bendeniz sizin nitelendirmeniz gibi bir “eğitmen” değilim. Kimseyi
bir şeye, kendi doğruma doğru “eğmiyorum”. Hakikati ben temsil ederim diye bir
iddiam da yok. “Bir eğitimci olarak”diye sorsaydınız, daha iyi olurdu. Ben öyle
sorduğunuzu farzedip, dilin iyi yazarları okumak ve kelimelerin hakkını veren
konuşmacıları dinlemekle gelişeceği kanaatinde olduğumu söylemek isterim.
Tavsiyem, her yazarı değil; elbette onlardan haberdar olalım, bakalım... Lakin
eğer yazma merakımız var ise, nitelikli yazarları okuyalım, nezahat-ı lisan ile
konuşanları dinleyelim derim. Okumayla dinlemeyi birlikte düşünmemiz
gerektiğini tekrar ediyorum. Diğer bir ifadeyle dinlemek de bir tür okumaktır.
Ve
son olarak; çantanızda beklettiğiniz yayına hazır ya da üzerinde çalıştığınız dosyalarınız
mevcut mu? Düşünüp de bir türlü gerçekleştiremediğiniz kültür ve edebiyat
anlamında projeleriniz var mı? -Paylaşmak
istediğiniz kadarıyla- okurlarımızla paylaşır mısınız?
Birikmiş
hatıralar var. Sivas günlerimi, ilk gençlik denemlerini yazdım... Şimdi sırada
Ankara var. Ankara’da içinden geldiğim ilim ve sanat muhitine dair yazmak
isitiyorum. Bir kaç yazı da çıktı. Gel gör ki, idari vazifeler bu yazıları
ertelememe sebep oluyor. Bekliyorum, her yazının ve kitabın bir zamanı vardır.
O zaman gelsin diye bekliyorum. Ama hali hazırda çantamda sakladığım dosyayı
soruyorsanız, onu da söyleyeyim: Son dört yıldır yazdığım, güncel meselelere
dair tahlillerimden ve zamana ilişkin okumalarımdan oluşan bir kitap eylül gibi
okuyucusuyla buluşacağını umuyorum.
Gerçekleştiremediğim
proje... Evet, çok. Birini sizinle paylaşayım, benim gençlik hayalimi....Hayalim
şuydu: Bir kasabada öğretmen olmak, orada derslerime girip, sakin sakin çocuk
ve gençler için yazmak. Bunu gerçekleştiremedim.
Hocam
bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Sağlıklı, hayırlı güzel bir hayat
dilerim.
Ben teşekkür
ederim, eksik olmayın... Güzel sorular sordunuz. Bazı sorularınıza şimdilik
cevap veremedim. Onları da bir başka zaman diliminde konuşuruz.
*
Prof.Dr. Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Bilal Kemikli
Bilal
Kemikli, Sivas’ta doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde tamamladı, 1998'de doktor, 2002'de doçent ve 2008'de profesörlüğe
yükseltildi. Ankara, Yüzüncü Yıl, Süleyman Demirel ve Uludağ Üniversitelerinde
öğretim üyesi ve idareci olarak görev yapan Prof. Kemikli, DPÜ İlahiyat
Fakültesi’nin kurulmasına kurucu dekanı olarak öncülük etti.
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslam
Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdüren yazar, daha
evvel İlim ve Sanat Dergisi, İslam, Bizim Dergah, Yeni Dünya, Somuncu Baba,
Dergah, Edebiyat Ortamı, Ayvakti ve Yedi İklim gibi dergilerde yazılar
yayımladı. Bir süre TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda Çocuklar İçin adlı
programı hazırlayıp sundu. Bazı TRT Belgesellerinde danışman ve metin yazarı
olarak görev yaptı.
Ketebe
Yayınlarında Türkçeyi Kuran Şairler Dizisi'ni bir proje olarak sundu.
1
Kasım 2018 tarihinde Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak
atanmış olup halen bu görevi sürdürmektedir.
İlkay Coşkun
Güneysu Dergisi
Sayı 124, Güz 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder