30 Eylül 2020 Çarşamba

Gelin Kaynana - İlkay Coşkun/ Kültür Çağlayanı Dergisi, Sayı 64, Eylül-Ekim 2020

Gelin Kaynana

Gelin ve kaynana arasındaki yaşanan anlaşmazlıklar, sıkıntılar, kavgalar insanlık var olduğundan bu tarafa değişimlere uğrasa da hayatiyetini sürdürüyor. Kültüre, eğitim seviyesine, coğrafi şartlara, mizaca, yaşa ve benzeri birçok şarta göre değişiklikler gösterse de temelde benzer sıkıntılar devam edegeliyor. Karı-koca, gelin-görümce ve gelin-elti anlaşmazlıklarını, gelin kaynana anlaşmazlıklarının çok da uzağında ve bağlantısız görmemek gerekir. Konunun kaynana boyutu var da gelin boyutu yok mudur? Elbette var. Bu durumun oğul, damat boyutu yok mudur? Vardır elbette. Gelin kaynana sorununun toplumumuzda ne sıklıkta ve ne düzeyde yaşandığının istatistiki çalışmaları yapılıyordur muhakkak. Bu soruna, erkeklerin ve kadınların bakış açıları farklı zaviyelerden olmaktadır. Ama temelde buluşacakları ortak yönler vardır. Bu bağlamda istesem de istemesem de benim değerlendirmem daha çok erkek bakış açısı doğrultusunda olacaktır. İşin tekniğinden ziyade daha çok gözlemlerim üzerinden olayı ele almaya çalışacağım. 

Gelin-kayınvalide sıkıntılarını sıralayacak olursak; kaynananın her şeye karışması, gelinin ayrı evde yaşama isteği, anlaşmazlık, kıskançlık, eşler arasındaki anlaşmazlıkların yansıması, karakter ve kültür farkı gibi birçok madde sıralanabilir. Olumlu veya olumsuz hâl bir nevi mütekabiliyet çerçevesinde vücut bulmakta ve her iki tarafın menfi tutumlarıyla da daha çok şekillenmektedir. 

Hayatta edinilen anne, baba, kardeş, amca, dayı, teyze, hala gibi birçok rollere az veya çok sahip oluyoruz. Bu roller içinde yaşanan çatışmaların en belirgini, gelin ve kaynana arasındaki olanıdır. Gelin kaynana arasındaki sıkıntılar kimi zaman tatlı bir çekişme gibi görülse de kimi zaman aile birliğini bozacak, etkileyecek türde çetin yaşanabilmektedir. Gündelik hayatta, iletişimde künhüne eremediğimiz öyle çok olumsuz vaka ile karşılaşıyoruz ki gelin ve kaynana arasındaki sorunun bunlardan bir tanesi olduğunu da unutmamak gerekir. Yaşanılan sıkıntılarda toplumsal önyargıların, şartlanmışlıkların etkileri de var elbet. Beklentilerin çok yüksek olması ve kaynananın memnuniyetsiz hâlleri de önemli etkendir. Erkek ve dişinin yaratılıştan, irsiyetten gelen ve sonradan kazanılan edinimlerin etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Evlilik müessesesini doğru inşa etmek, doğru kararlar almak bu bağlamda daha çok önem arz etmektedir. 

İnsanlarda ve bütün canlılarda var olan genel anlamda sahiplenme duygusu, annelerde, dişilerde daha fazladır. Toplumdaki müşterek algı dâhilinde her ne kadar aile yapımız “erkek egemen, ataerkil” tanımlaması şeklinde olsa da ev içinde, çocukların eğitiminde, hattȃ evin idaresinde, yönetiminde daha çok kadın belirleyici bir figürdür. Baba figürü her ne kadar önde gibi gözükse de kadının rolü genel mȃnȃda daha baskındır. Çünkü baba daha çok dışarıdadır, iştedir. Annelik ve sahiplenme duygusunun baskınlığıyla beraber çocuk üzerindeki etkisi daha belirgindir. Bu yaşam şekliyle yoğrulmuş kadın, anne ve eş uzun yılların alışkanlıklarını, yaşantıyı bu minvalde daha çok kanıksamaktadır. Evlilikle birlikte yeni bir yaşayışa geçen kadın, gelin figürünü kabullenmiş gibi gözükse de aslında hiç kabullenmediği gerçeği üzerinden, sıkıntıları, sancıları çoğu zaman yaşar. Eril ve dişinin birbirine mecburiyeti, hayatı paylaşma ve soyu devam ettirme noktasında kadının çocuk doğurmak gibi çok önemli bir fonksiyonu olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. İş hayatında olan, kendi ekonomik özgürlüğünü kazanmış olan gelin figürü, gerek eşini seçme, gerekse de eğitimli olmasının etkisiyle çocuklarını yetiştirmede kendisini merkezde görme hâli, özellikle ataerkil aile yapısından gelen kaynananın elini epeyce zayıflatmış gözüküyor. Hem kaynanalığı hem de gelinliği aynı zamanda yaşayan ara nesilin, iki taraflı sıkıntıya duçar olması kaçınılmaz olmaktadır. Çok hızlı değişimi yaşayan bu ikinci nesil en çok mağdur olarak gözüküyor. Âşık Veysel’in; “galiba dünyanın sonuna geldik/ Gelin belli değil kız belli değil” türünden bir gidişatta var maalesef. 

Yeni kurulan yuvada gelin, kendi kararlarını, bakış açılarını evine uyarlayıp önceliyor doğal olarak. Bu oluşumda, eşinin annesini özellikle göz ardı etme, ikinci plana alma gibi bir uygulama tabiî ki görülebiliyor. Bunun zıttı durum erkek için de geçerlidir. Saygının, sevginin zedelendiği durumlarda sıkıntılar daha fazla nüksediyor. Anne tarafından çocuğa gösterilen dayı ve teyze rol modeli, karşı cephede amca ve hala figürleriyle çarpışabiliyor. Mugayir tutumlar, yeni ve değişik yaklaşımlar alışma ve uyuşma sürecini geciktiriyor ve zorlaştırıyor. Her iki tarafın hayatlarında edindikleri prensipler tersi yönde yol almaya başladığı zaman sıkıntılar nüksetmeye başlamakta. 

Gerek erkek olsun gerek kadın olsun kendi annesi veya aile efradıyla yaşadığı sıkıntılarda çok çabuk bir şekilde çözümleyebilmekte, tamir edebilmektedir. Ama eşin ailesi söz konusu olduğu zaman yaşanılan sıkıntıda tamirat, sıkıntıyı çözme, düzeltme süreci ya çok yavaş ya da hiç olmamaktadır. İki taraf da karşıyı suçlayıcı, kendini haklı gösterici bir taraf muhakkak bulabilmektedir. Bu da yaşanan sıkıntının kronikleşip devam etmesine sebep olmaktadır. Bu günün kaynanası olan dünün gelini zamanında kaynanasından çok çekmesi ve bu sıkıntıyı gelinine aksettirmesi muhtemeldir. Ataerkil sistemde önce babası, sonra eşi daha sonrada oğlu ile konumunu sağlamlaştıran kaynana, güç kaybetme korkusuyla gelinle rekabete girmektedir. Temerküz eden sorunlar bir yerde illȃki depreşecek. Kaynanaların daha sıkıntılı olduğu devirde gelin olma, gelinlerin daha sıkıntılı olduğu devirde kaynana olma talihsizliğini yaşayan kuşak en çok ezilen, en çok zorlanan olacaktır. 

Her ne kadar yaşanmışlıklarla beraber gelen tecrübeler de olsa hayatın içinde her evrede acemilikler yaşanıyor. Hayatta çok görmüş geçirmiş biri dahi ilk kaynanalığı, ilk gelinliği yaşayacak ve acemilikle karşılaşacaktır. Gelin ve damat, aile bireyleri tarafından icbar durumları istemeyecekler. Bu karşı duruş diklenme şeklinde tezahür edecektir. Bu da saygı, sevgi olgusunu zedeleyecektir. Çok da olsa kaynananın az da olsa gelinin tahakkümcü tavırları zamanla çekilmez hâl alacak. Özellikle ekonomik özgürlüğünü kazanmış bireyler, zora gelme olgusunu kabullenmeyeceklerdir. Zımnen kabul edilmiş her bir durumun, zamanı gelince pişirilip pişirilip servis edilmesi kuvvetle muhtemeldir. 

Gerek eşler arasında gerekse de aileler arasında muhayyel tozpembelik hâlini her zaman beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Günümüzün çekirdek aile yapısı gelin ve kaynanayı birbirinden uzakta tutmakta, bu durum da iki taraf için de çatışmaları azaltmaktadır. Yeni durumda ayrı ve uzakta yaşama, iki taraf içinde mesafeyi koruyucu bir bulgu olarak görülmektedir. Taşradan şehirlere göçle beraber oluşan yeni demografik yapıyla bu bağ gün geçtikçe gevşemeye yüz tutmaktadır. Gelinler cihetiyle bu yeni durum, ataerkil bir tahakküm ve bağımlılık içerisinde bulunan kaynanaların güç kaybetmesi şeklinde yorumlanmaktadır. Yaşanan zorluklarda sıkıntılarda soğuk işmarı yaşayan gelinlerin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. “Gelin, kaynana toprağından yaratılmış” derler başka bir taraftan. 

Düşünmüyor değilim; acaba gelin kaynana mücadelesi ataerkil kültür kodlarımızdan gelen soyun devamı, oğlan üzerinden olduğu anlayışına hizmet mi ediyor? Yoksa gelin ile damat arasında aileler boyutuyla bir denge mi sağlanıyor? 

Her türden yaşanılan olumsuzluğa rağmen her iki tarafın da yaraları sağaltma çabasında bulunması elzem olacaktır. Kırılganlıkların, yıpranmaların yaşanabildiği bu ortamda kristali un ufak etme yanlışlığı neye salık verir neyi sağaltır? İnsanın kaderi ve Allah’ın, insanı tabi tuttuğu imtihan hâlleri vardır. Bu durumda sabır olgusunu unutmamak gerekir. Boşuna dememişler sabrın, demirden leblebi olduğunu. Nasıl ki; “ateşe düşen çığlık atar, Ağıt yakmaz. Ağıtı, yakınları söyler” sözünde olduğu gibi bir de yaşantının en uç noktası, dibi var ki, Allah düşmanımın başına vermesin türünden. Bu sıkıntının iki taraf için de melanet bir durum olması kaçınılmazdır. Beterin beteri mertebesinde fasit bir durumdur bu. 

Yeni nesli, büyüklerin tecrübelerinden mümkün mertebe nasiplendirmek gerekir ama bir yerde yeni nesli sadece acemi birer figüran olarak görmek yerine, geleceğin büyümüşleri, kendi kararlarını verebilecek yetişkinleri olarak da görmek gerekiyor. Cemil Meriç’in; “yaprak ağaçtan düşünce rüzgârın oyuncağı olurmuş” sözündeki gibi istenmeyen durumlara düşmeme adına tedbir almak, sabır göstermek doğru bir karar olacaktır.Bu hassas konuyu, sevdiğim güzel bir sözle sonlandırmak istiyorum. 

Kurbağa demiş ki; 
"çok şey söylemek istiyorum ama ağzıma su kaçıyor"

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 64, Eylül-Ekim 2020
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bizlere Bizlere

tutunur yağmur doluya
akar yüzlere yüzlere
hem yorula hem soluya
çıkar düzlere düzlere

her bir söze he diyor
şamata gırla gidiyor
çok şımarıklık ediyor
çakar özlere özlere

gariban bulsa ezeler
tığ teber her dem gezeler
incittiğini dizeler
sıkar dizlere dizlere

bu ezayı kemter yapmaz
inadından dirhem sapmaz
nasihatten fayda kapmaz
takar izlere izlere

sıkışınca çığlık atar
tıynetine teşne satar
her doğruya yalan katar
sokar sözlere sözlere

dost sekizse düşman dokuz
bu varsıllıkta biz yokuz
senle yaya gelmez okuz
tıkar gürzlere gürzlere

üşüten kış elbet erir
bir gün yine bahar gelir
istediğin neyse verir
şakar bizlere bizlere

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 64, Eylül-Ekim 2020


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder