21 Mart 2025 Cuma

İlkay Coşkun Kitaplığı

İlkay Coşkun Kitaplığı (Kütüphaneler)

210 Üniversite kütüphanesinin tamamında ve seksen bir il halk kütüphanesi ile birçok büyük ilçe ve şehir kütüphanesi başta olmak üzere toplamda beş yüzün üzerindeki kütüphanede, kitaplarımın tamamına yakını okurlarıyla buluştu. İyi okumalar dilerim. Mart 2025

https://toplukatalog.tr - İlkay Coşkun

koha.ekutuphane.gov.tr - İlkay Coşkun




Havamız Olsun" - Buzzağımedia

"Havamız Olsun" - Buzzağımedia

İlkay Coşkun’un bu eserinin öne çıkan en belirgin özelliği, hava durumu ve iklim olaylarına, mesela dört elemente, insani bir mühür vurması. Deyim yerindeyse meteorolojiyi insanlaştırmasıdır. İnsanın halleriyle hava olayları edebiyatın potasında eriyerek “nevi şahsına münhasır” estetik bir eser vücuda gelmiş, içinde soluduğumuz coğrafi atmosfer insani bir nitelik kazanmıştır.


#KitapyurduDoğrudanYayıncılık #kitapyurdudogrudanyayincilik #kdy #kitap #yazar #şair #kitapyurdu #kitapyurducom #kitapkurdu #kitapsever #buzzagimedia #BuzzağıMedia #KDY #Buzzagi #buzzagi #şiir #roman #hikaye #akademi #sorubankası #çocukkitabı #kişiselgelişim #bilimkurgu #distopya #polisiye #tiyatro #havamızolsun #ilkaycoşkun


19 Mart 2025 Çarşamba

Edebiyat ve Meteorolojiyi Birleştiren Kitap: Havamız Olsun

Edebiyat ve Meteorolojiyi Birleştiren Kitap: Havamız Olsun

‎Şair-Yazar İlkay Coşkun’un hava durumuna, iklim olaylarına edebiyatın dolayısıyla insanın penceresinden bakan deneme kitabı Havamız Olsun, KDY (Kitap yurdu Doğrudan Yayıncılık) etiketiyle çıktı…

‎İçinde yer aldığımız ve debelenip durduğumuz yapay zekâ ve simülasyon çağında insan merkezli edebî eserlere her geçen gün daha çok ihtiyaç hissediyoruz. Tanıtımını yapacağımız eserin artıları da mevcut. İnsan ve coğrafya eksenli bir eserdir bu. İnsanı içinde bulunduğu coğrafyayı da kuşatarak atmosferik durumuyla hava olayları, iklim bilinci ekseninde ele alan, içtenlikli deneme metinleriyle değinip insana dokunan bu edebî eser Şair-Yazar İlkay Coşkun imzalı.

‎Şair İlkay Coşkun şiir sanatıyla ilgili oluşundan mülhem mesleğinin gerektirdiği formasyon bilgisini de işin içine katarak coğrafya ve meteoroloji bilimine edebiyatı ve edebî bakışı da ekleyerek “kendine münhasır” bir çalışma ortaya koymuştur.

‎Şiirsel, estetik duyarlılığı haiz, numara yapmayan, özenli, duygu yüklü bir deneme üslubu var Şair Coşkun’un. Kaleminin aynıyla şiire, şiir sanatına yatkın oluşundan mütevellit düzyazıya da yatkınlığını görüyoruz eser boyunca. Türkçe ve dil duyarlılığı son kertede temiz bir membadan beslenmiş ve akışı kendiliğinden devam eden bir kaleme, bir deneme üslubuna sahiptir.

‎İlkay Coşkun’un bu son eserinin öne çıkan en belirgin özelliği, hava durumu ve iklim olaylarına, mesela dört elemente, insani bir mühür vurması, deyim yerindeyse meteorolojiyi insanlaştırmasıdır. İnsanın halleriyle hava olayları edebiyatın potasında eriyerek “nevi şahsına münhasır” estetik bir eser vücuda gelmiş, içinde soluduğumuz coğrafi atmosfer insani bir nitelik kazanmıştır.

‎Sosyal Bilgiler Öğretmenliği okudum, 4 yıl boyunca. Fakültede oldum olası Coğrafya derslerine ısınamamışımdır. Türk ve dünya coğrafyası kitapları, kuru bir anlatım ve duygusal bir iklimden yoksun içeriğiyle beni hep derslerden uzağa düşürmüştür.

‎İşte Havamız Olsun eserinin bir niteliği de okurunu bu çıkmazdan kurtarması, coğrafyayı ve meteoroloji ilmini sevdirmesidir, diyebiliriz.

‎Havamız Olsun, deneme üslubundaki estetik yapısı ve durumuyla okuruna coğrafya bilimini sevdirmesinin ve benimsetmesinin yanında, hava durumlarına duygusal bir iklim katarak yani onu edebîleştirerek de katkıda bulunmaktadır. Yani yazarın edebiyat birikimi, mesleğine destek olduğu gibi meslekî formasyonu da edebiyatla zenginleşmiştir demek mümkündür.

‎Havamız Olsun eserinin bir diğer alameti farikası, bu sahada, yani meteoroloji alanında farklı iki disiplini bir deneme formatında birleştiren “nadirattan” bir kitap oluşudur. Bir diğer farklılık ise Yazar Coşkun’un hava olaylarına ve hava unsurlarına içeriden, duyumsayarak, hissederek bir bakış getirmesidir. Yani insani hâller ile atmosferik hâller birbirine katışarak beşerî vasıfları da içine alan benimsetici bir yönle yazılar kaleme alınmıştır. Yani ki biz de “su” unsuruyla birlikte duruluyor, biz de “ateş”le birlikte kavruluyoruz. Biz de dağ doruklarında özgürlüğün tadını çıkarıyoruz, vb.

‎Ve Şair-Yazar İlkay Coşkun’un bu “nadide” ve “nadirattan” yapıtını kutlamaktan kendimizi alamıyoruz…     

[1] İlkay Coşkun, Havamız Olsun, KDY, Mart 2025, İst.

Mustafa Nurullah Celep
Mart 2025

https://haberedebiyat.com/edebiyat-ve-meteorolojiyi-birlestiren-kitap-havamiz-olsun

Not: Mustafa Celep hocamın, bu güzel kitap değerlendirme yazısı için çok  teşekkür ederim.

Kitabı sipariş edip okumak için tıklayınız:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/havamiz-olsun-/713707.html

#ilkaycoskun #havamızolsun #hava #deneme #kitap #kitapönerisi #okur #kdy #buzzağı #meteoroloji #kütüphane 


18 Mart 2025 Salı

Havamız Olsun - Mustafa Celep

Edebiyat ve Meteorolojiyi Birleştiren Kitap: Havamız Olsun

‎Şair-Yazar İlkay Coşkun’un hava durumuna, iklim olaylarına edebiyatın dolayısıyla insanın penceresinden bakan deneme kitabı Havamız Olsun, KDY (Kitap yurdu Doğrudan Yayıncılık) etiketiyle çıktı…

‎İçinde yer aldığımız ve debelenip durduğumuz yapay zekâ ve simülasyon çağında insan merkezli edebî eserlere her geçen gün daha çok ihtiyaç hissediyoruz. Tanıtımını yapacağımız eserin artıları da mevcut. İnsan ve coğrafya eksenli bir eserdir bu. İnsanı içinde bulunduğu coğrafyayı da kuşatarak atmosferik durumuyla hava olayları, iklim bilinci ekseninde ele alan, içtenlikli deneme metinleriyle değinip insana dokunan bu edebî eser Şair-Yazar İlkay Coşkun imzalı.

‎Şair İlkay Coşkun şiir sanatıyla ilgili oluşundan mülhem mesleğinin gerektirdiği formasyon bilgisini de işin içine katarak coğrafya ve meteoroloji bilimine edebiyatı ve edebî bakışı da ekleyerek “kendine münhasır” bir çalışma ortaya koymuştur.

‎Şiirsel, estetik duyarlılığı haiz, numara yapmayan, özenli, duygu yüklü bir deneme üslubu var Şair Coşkun’un. Kaleminin aynıyla şiire, şiir sanatına yatkın oluşundan mütevellit düzyazıya da yatkınlığını görüyoruz eser boyunca. Türkçe ve dil duyarlılığı son kertede temiz bir membadan beslenmiş ve akışı kendiliğinden devam eden bir kaleme, bir deneme üslubuna sahiptir.

‎İlkay Coşkun’un bu son eserinin öne çıkan en belirgin özelliği, hava durumu ve iklim olaylarına, mesela dört elemente, insani bir mühür vurması, deyim yerindeyse meteorolojiyi insanlaştırmasıdır. İnsanın halleriyle hava olayları edebiyatın potasında eriyerek “nevi şahsına münhasır” estetik bir eser vücuda gelmiş, içinde soluduğumuz coğrafi atmosfer insani bir nitelik kazanmıştır.

‎Sosyal Bilgiler Öğretmenliği okudum, 4 yıl boyunca. Fakültede oldum olası Coğrafya derslerine ısınamamışımdır. Türk ve dünya coğrafyası kitapları, kuru bir anlatım ve duygusal bir iklimden yoksun içeriğiyle beni hep derslerden uzağa düşürmüştür.

‎İşte Havamız Olsun eserinin bir niteliği de okurunu bu çıkmazdan kurtarması, coğrafyayı ve meteoroloji ilmini sevdirmesidir, diyebiliriz.

‎Havamız Olsun, deneme üslubundaki estetik yapısı ve durumuyla okuruna coğrafya bilimini sevdirmesinin ve benimsetmesinin yanında, hava durumlarına duygusal bir iklim katarak yani onu edebîleştirerek de katkıda bulunmaktadır. Yani yazarın edebiyat birikimi, mesleğine destek olduğu gibi meslekî formasyonu da edebiyatla zenginleşmiştir demek mümkündür.

‎Havamız Olsun eserinin bir diğer alameti farikası, bu sahada, yani meteoroloji alanında farklı iki disiplini bir deneme formatında birleştiren “nadirattan” bir kitap oluşudur. Bir diğer farklılık ise Yazar Coşkun’un hava olaylarına ve hava unsurlarına içeriden, duyumsayarak, hissederek bir bakış getirmesidir. Yani insani hâller ile atmosferik hâller birbirine katışarak beşerî vasıfları da içine alan benimsetici bir yönle yazılar kaleme alınmıştır. Yani ki biz de “su” unsuruyla birlikte duruluyor, biz de “ateş”le birlikte kavruluyoruz. Biz de dağ doruklarında özgürlüğün tadını çıkarıyoruz, vb.

‎Ve Şair-Yazar İlkay Coşkun’un bu “nadide” ve “nadirattan” yapıtını kutlamaktan kendimizi alamıyoruz…

‎Mustafa Nurullah Celep
Mart 2025

Kitap Sipariş:



5 Mart 2025 Çarşamba

Turnalar

"TURNALAR" ŞİİRLERİNDEKİ YAŞANMIŞLIKLAR

“Turnalar” Halk Ozanı Şair Gülnuri Yedek'in hatıra şiir kitabıdır. Emin Yayınları etiketiyle, Ekim 2024'te okurlarıyla buluşturulmuş. Yüz seksen sayfa hacmindeki kitapta yüz civarında şiir yer almaktadır. Kitap isminden de anlaşıldığı üzere şiirler hasret temasındadır. Hasret şiirleri sekiz bölümde tasniflendiğini görüyoruz. “Zamana Hasret, Mekâna Hasret, Sılaya Hasret, Duaya Hasret, Efrada Hasret, Askerde Hasret, Ozanca Hasret, Yollara Hasret” şeklindedir. “Turnalar” kitap ismini, gurbeti, ayrılığı betimleyen, çağrıştıran “Turnalar” (s. 138) isimli kitaptaki şiirden alıntılanmıştır.

Şiirlerde başat olarak hasret duygusu, devamında eski ile yeni karşılaştırmaları, özlemler, sıkıntılar, yakarış, dua, vatan sevgisi, milli manevi değerler, yöre kültürü, tabiat güzellikleri, Artvin, İstanbul şehrengizleri, taşlama gibi uzunca bir tema listesi yapmamız mümkündür. Duygu olarak da, hasreti en fazla yaşatan olgu, çaresi olmayan ölümdür. Ölüm insan için bir şal olsa da aynı zamanda hasreti, özlemi çokça yaşatan gerçekliktir. Bir ayağı gurbette bir ayağı sılada olan insan genellikle kendine göçmendir, yalnızdır ve çoğu şeyi kendi içerisinde yaşayandır. Şair, gece gibi, zemheri gibi anne yokluğuna sarılır adeta. Başka bir ifadeyle şair, ana yoksunudur, ana yoksuludur. Bunu da sık sık şiirlerinde aksettirir. Bundan kelli hasretini, özlemini hep canlı ve hüzünlü yaşar. Yetimlik ve yalnızlık hali böylelikle şiirlere nakşolur. Bu özlem hali hem gıyaben hem de vicahen yaşanılır. Öyle ki hasret, ayrılıkların özrü olsa da şair, şiirlerini müstecap duası gibi görür.

Kitabın Editörlüğünü yapan aynı zamanda da şairimizin en küçük oğlu olan Yavuz Selim Yedek tarafından her bölüm başlangıcında, şiir bölümünü açıklayıcı bilgiler verilmektedir. Kitapta şairin anne babası, kardeşleri, hanımı, çocukları ve bazı torunları şeklinde ailenin fotoğrafları yer almaktadır. Zaman içerisinde şair, ozan arkadaşlarıyla beraber atışmalar da yapmaktadır. Atışmaları daha çok karşılıklı deyiş ve şiir söyleme şeklinde nitelendirebiliriz. Atışma yaptığı şairler şunlardır. “Gülhanî, Niyazi Coşkun (Coşkunî), Hasan Hüseyin Yazıcı (Dervişân), Servet Yazıcı (Yazıcı), Avni Ünsal (Ünsal), Muammer Demir, Süleyman Havadar, Ahmet Yoramoğlu” gibi isimleri sayabiliriz. Ayrıca Hattat Cemali Gündoğdu’nun “Ne Dem Bâkî Ne Gam Bâkî Hüve’l Bâkî”, “Hoş Gör Ya Hû” anlamlarını taşıyan hat sanatı örneklerinin kitapta neşredildiğini de görmekteyiz. Şairin torunu Ravza Zülal Yedek’in eskiz çalışmasına da yer verilmiştir. Şairin eşinin şiirleriyle beraber, oğulları Rahmet, Süleyman, Hürmet ve Yavuz Selim hocaların birer şiirlerine de yer verilmektedir. Hatıra hüviyeti taşıyan bu kitapta, şairin şiirleriyle beraber ailesini de etraflıca tanımış oluyoruz.

İzninizle, şair ve kitap hakkında etraflıca bir bilgi verelim ve devamında şiirlerin içeriğine değinelim. Daha önce söylediğimiz gibi kitabın editörlüğünü de yapan, Yavuz Selim Yedek, Halk Ozanı Garip Gülnuri'nin dört çocuğunun en küçüğüdür. Baba Gülnuri ve dört evladı da imamdır. Hatta bu aynı meslek durumu bir şiirde de işlenmektedir. Şairin babası rahmetli Molla Sisam efendidir. Esasen şiirler ve anlatımlar Şairin babası Molla Sisam Yedek ve şairin annesi Ezine Yedek hanımla başlatılmaktadır. Şair, annesini iki yaşındayken kaybeder. Ozan Gülnuri’nin beş ablası ve küçük yaşlarda kaybettikleri bir kız kardeşleri vardır.

Ozan, Artvin, Ardanuç, Anaçlı Köyü doğumludur ve imamlıktan sonra da hayatına burada devam ettirmektedir. Şair; Ardanuç’lu Âşık Efkârî’nin yeğenidir. Ayrıca Şairin amcası Âşık Kerem’de, Yolüstü Köyü’ne yerleşmiş bir halk ozanıdır. Şairin yeğeni Emekli Albay Süleyman Havadar da yazar ve şairdir. “Livana’da Bin Yıl” romanının ve “Anadolu Destanı”, “Acı Elma”, “Köy Öğretmeni” gibi kitaplarının yazarıdır.

Anaçlı Köyü isminin 1925’te verildiğini öğreniyoruz. Bu yıllardan önce Gürcü dilinde Ança Tepesi anlamına gelen Ançgora isminde bilinmekteydi. Şair, köyünün ismini Ançgora olarak da kullanmaktadır. “Ardanuç, Anaçlı Köyü (Ançgora), Şavşat, Şavgula Köyü, Yolüstü Köyü, Cevizli Köyü, Kürdevan Dağı” ve aynı zamanda şairin mazide vakitlendiği “İstanbul, Sivas” gibi birçok yer ismiyle de karşılaşmaktayız. Şiirlerde ve kitap anlatımlarında zengin Artvin kültürüne ve söz varlığına yönelik bilgilerde ediniyoruz. Bunlardan bir kısmına bir göz atacak olursak; “Çobanların kaldığı baraka cinsi yapılara “kohta” denir. Satara: uçurum; Pilacı: tokalı terlik, horom: elle sarılan ot balyası. Bunlarla birlikte; buğa (boğa), sant, varro ayı, kav, horşa tutmaç, soğanlı harşosi, puçuko aşı, horoda, yerbeyil, sobayı odlamak, şaşort (Yayladaki işleri halleden hanımlara denir), yerbeyil, karpoti, cillanmış, bah, çismat, kitik, hopopi, lazut, yügürmek, tapul etmek, termaş, meyle, şadıra, korkimela, pozika.” Bütün bu yöresel farklı kelimeler, isimler bizi Laz’ıyla, Poşa’sıyla, Gürcü’süyle çok kültürü barındıran Artvin’in zenginliğine taşımaktadır.

Şiirlerin, hece şiirinin ahenk unsurlarından, halk edebiyatının imkânlarından ve geleneğimizden bolca beslenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Şiirlerin geneli, 11’li ve 8’li hecelidir. Az sayıda da olsa yedi heceli şiirler vardır. Yer yer Artvin yöresi söyleyiş ağzında şiirler de yer verilmektedir. Şair, şiirlerinde genellikle “Garip Nuri” mahlasını kullanmaktadır. Hatta ve hatta Artvin’in zengin yemek gülbankının şiirlere kokusunun sinmiş olduğunu dahi söyleyebiliriz. Tilkiye yazılan şiiri en ilginç şiir olarak nitelendirebilirim. Şiirlerde çok az da olsa intizar halini görmekteyiz.

Şiirlerden kısa kısa da olsa örnekler verecek olursam; “Garip Nuri al sazını/ Bekle gelecek yazını/ Bıraktım Büyük kuzumu/ Gözüm yaşı durmaz akar.” (s. 41), “Garip Nuri yapma çok âhuzârı/ Neylersin dünyada zerrece varı/ Koyun kuzu inmiş kovanda arı/ Yol bulamam öyle gidem köyüme.” (s. 43) “Garip Nuri Hacer’i de hatırla/ Efkâr defet, yaz da üç beş satırla/ Gözyaşım taşınır yüz bin katırla/ Tepe ağlar, yamaç ağlar, düz ağlar.” (s. 65), “ Garip Nuri gel sen Mevlâ’nı tanı/ Hoşça kayırdıysan anan babanı/ Günün sona erdi, yükle kervanı/ Yalvarırım Mevlâ’m yolum dar etme.” (s. 80), “İlkten sabreyledik temel dediler/ İhtisas besbeter genel dediler/ Bitince dönmeye umut verdiler/ Medet senden Rabbim, sen imdat eyle.” (s. 137), “İşte böyle hep neşeli olunuz/ Kurttan kuştan köyümüzü sorunuz/ Haydi artık açık olsun yolunuz/ İyi haberlerle dönün turnalar.” (s. 139), “Dünyada kalmışız hep kalma kala/ Satsalar dünyayı almaz bir pula/ Hakk’ın divanında cezasın bula/ Kalbini secdeye indiremeyen.” (s. 149), “Ben bir kuş besledim can kafesimde/ Akıbet bir pinhan aldı da gitti/ Dedim cânâ, dur benimle sefa sür/ Benim bu sözüme güldü de gitti.” (s. 155) Bütün bu şiir dörtlüklerinde, şairin değişik zaman dilimlerinde ve farklı ortamlarda yaşadıklarından kesitler sunulmaktadır.

Şair, özlemleriyle, hasretlikleriyle beraber; çevresine karşı hep bir müstağni duruş içerisindedir. Bir nevi bu şiirler, şairin hayat mücadelesinde kendisiyle kalmalarının ürünleridir. Dünyanın zorluklarıyla, ölümlerle, yeni doğumlarla hayatı herkes kendince yaşar böylelikle. Sonuçta her insan kendi hayat felsefesine, vicdanına göre yaşamaktadır bu hayatı. Şiirlerde kötüye yanlışa karşı bir muarız duruş hali vardır. Hayırların fetholduğu, şerlerin def olduğu bir dünya arzulanır. Yalnızlığın, hüznün ve dahi acının titreyişinde yazılır bu şiirler. Sevdikleriyle, özlem ve hasret duyduklarıyla efrâdını câmi ağyârını mâni dedikleri anlatım böyle olsa gerek. Gerek şiir kitabıyla gerekse de şairin efradıyla tanışmama vesile olan kadirşinas dostum Muhsin Kemikli’ye de çok teşekkür ederim. Sağlıklı huzurlu güzel bir ömür dilerim. İyi okumalar.

İlkay Coşkun

İnternetin Silindiği Gün

İnternetin Silindiği Gün” Yaşanacaklar

“İnternetin Silindiği Gün” Yazar Polat Onat'ın toplamda altmış ikinci, roman olarak da on dördüncü kitabıdır. Q Yayınları etiketiyle Ocak 2025'te ilk baskısıyla okurlarıyla buluşturulmuş. Eser; karton kapak ciltli, üç yüz altmış sekiz sayfa hacmindedir. Roman, internetin silindiği tasavvurunun ilk günüyle başlayıp yedinci günde sonlanmaktadır. Yedi ana bölüm ve alt bölümleriyle birlikte on sekiz başlıkta romanın kurgulanmış olduğunu görmekteyiz. Yirmi sekiz bölümün içerisinde, İstanbul, Ankara, Batman başta olmak üzere, Diyarbakır, Elazığ, Malatya ve Kayseri'deki internetsiz haller de işlenmektedir. Ayrıca romanda geriye doğru zaman atlamalarında da bulunulmaktadır. Bu zaman atlamalarıyla, internetin olduğu zamanlar da anlatımlara dâhil edilmektedir. Mesela “Bir Yıl Önce Ankara”, “Altı Ay Önce Ankara” konu başlıklarında olduğu gibi.

Kitabın içeriğine çok fazla girmeden, kitap hakkında etraflıca bir değini de bulunmak istiyorum izninizle. Yazar, bu kitabını iki bin yirmi dörtte aramızdan ayrılan -Polat Onat Bey’in kayınpederi de olan- Yazar Abdurrahman Fırat’a ithaf etmiş olduğunu anlıyoruz. Merhum Abdurrahman Fırat’ın “Hayat Romana Benzemez” ve “Hayat Bana Çok Şey Öğretti” isimlerinde iki kitabı bulunmaktadır. Ayrıca fantastik bilimkurgu kitaplarıyla tanınan Yazar Stephen King'in anlamlı bir sözüyle kitaba girizgâh yapılmaktadır. “İnsanlar hep başlarına gelen kötü şeyler için sebep arar. Ama bazen sebep yoktur”

İnternetin silinmesiyle beraber dijital bir kıyamet oluşur. Bu kıyamet medeniyetleri yok edecek şiddettedir. Eş zamanlı olarak bütün dijital ağlar, kendi kendini kopyalayan milyonlarca silici virüs ile yok edilir. Güncelleme yapılan ve yakın zamanda çevrimiçi olmuş dünyadaki tüm elektronik cihazlar tamir olmayacak şekilde bozulur. Tablet, telefon ve sosyal medya bağlantıları kesilir. Tüm elektronik ve elektrikli cihazlar bozucu etkiye maruz kalır. Elektronik kilit sistemi komple zarar görür. Doğalgaz, elektrik kesilerek, metro ve tramvay çalışmayacak konuma gelir vs.

Bunlardan başka yaşanabilecek diğer öngörüler de şu şekildedir. Dünyada kısa vadede milyonlarca insanın ölümüyle beraber, dünya çapında bir kargaşa oluşacaktır. Suların akmaması, otoritenin ve güvenliğin kalmaması, kanunların uygulanamaması, yağma, keşmekeşlik, kargaşa, yıkım vs. Bütün insanlarda katıksız bir depresyon hali de cabası. Uzun vadede insanlık Orta Çağ karanlığına dönecektir.

Peki, olumlu hiç bir şey olmayacak mı? Az da olsa olacak elbet. Bunlardaki tasavvur da şu şekildedir; Mesela bu kıyamet halinde, hayvanlar daha az etkilenirler. Hatta evcil hayvanlar bu bahaneyle özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Sigara üretiminin sonlanmasından dolayı sigara içilmemeye başlanmıştır. Kaosu Önleme Merkezleri gibi yeni meslekler doğmaya başlamıştır şeklinde bir liste yapabiliriz. Bunlar gibi her sonun ardında yaşanabilecek yeni başlangıçlar da kendisini göstermektedir. İnsanlık adına umudu diri tutma ve yeni başlangıçlara kapıları aralayan çabalar şeklinde sıralamalar yapabiliriz.

Genelde modernleşme, küreselleşme ve batılılaşma, özelde internet, sosyal medya; avantajlarıyla olduğu kadar olumsuzluklarıyla da hayatımızda yerini aldı maalesef. Daha çok hazcı, behemî anlayışları besleyen ve büyüten bir alan olarak da işlevini sürdürmektedir. Bu araçlar vasıtasıyla insanlık, dünyanın kirlerini daha da çok yüreğine değdirmektedir. Bir de üstüne üstlük bu kötülüklerle mücadele edecek erke ve felsefeye de mesafeli durmaya başladık. Eski günahların gölgesinin uzun olacağı gibi bağımlılık ve tektipleşme hallerini büyüttük de büyüttük maalesef. Ne hatıra biriktirme güzelliği kaldı ne de harcanan zamanın tesbihini çektiğimiz hatırlayışlar. Yine de yeni gelişmelere önyargıda bulunmamak, insafsız yergi ve temelsiz övgülere tevessül etmemek gerekiyor. İnternetin imkânlarından faydalanmak olmalı ama bir dirhem bal için bir çuval keçiboynuzu yeme zahmetinde de bulunmamamız gerekiyor. Bize sunulan her bir şeyi hayatın her alanının teksifi noktasında görmememiz, gerekli durumda da aksülamel duruşlarımızı sergilememiz gerekiyor.

Biz yine romana dönecek olursak; Roman kahraman ve karakterlerine bir göz atalım. “Yetkin, Harun, Hülya, Zühal, Salih ve Şeniz” başta olmak üzere, “Burhan, Huriye, Cavit, Yalçın, Veli Ağabey, Bekir, Jale, Belkıs, Yakup, Muhsin, Cevahir, Turgut, Raziye Hanım, yaşlı Harun, Özcan, Yüzbaşı Lokman” gibi bizden dediğimiz başka isimlerle de karşılaşmaktayız.

Romanda altını çizdiğim bazı bölümleri paylaşmak istiyorum izninizle. “Hiçbir balon sonsuza dek şişmez. Bir yerden sonra muhakkak patlayacaktır.” (s. 16), “Gerçek iletişim, insanların birbirinin gözlerine bakarak söylediği sözlerle şekillenir.” (s. 18), “Kocaman bir depodaki suyun içine her saniye kendini kopyalama özelliği olan öldürücü bir zehir atarsanız, depodaki su sonsuza dek içilmez hale gelecektir.” (s. 25), “Teknolojisiz de internetsiz de bir yaşantı ve toplumsal hayat elbette mümkün. Yeter ki insanoğlu, ruhundaki o saf mücadele gücünün ışıltısını koruyabilsin.” (s. 367)

Fantastik ve heyecan unsurlarıyla birlikte bir gençlik romanı okudum. 50-100 yıl veya daha da kısa bir zaman sonrasını, ülkemiz örneğiyle dünyanın internet ve teknoloji noktasında gelebileceği nokta trajik bir şekilde işlenmiş gözüküyor. Ve yaşanabilecek zor şartlar vurgusuyla bir şamar gibi sillesini savurmaktadır. İnternetin olmaması ve internetin silinmesiyle doğabilecek olumsuzluklar, dünya ile hayatların arasını fazlasıyla açmışa benziyor. İnsanlığın bu kadar varlık içinde dünyadan hep bir şeyler çalma ve mükemmele ulaşma çabalarına şahitlik ediyor. Bütün bunların yanında insanların çok şeyinin eksik olduğunu, daha çok da kadim medeniyete ulaşamamış olduğunun hissini uyandırıyor. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
02.03.2025

4 Mart 2025 Salı

Eşikte Üç Kadın

"Eşikte Üç Kadın" Bacıyân ve Babayânî Bir Tavır

‎"Eşikte Üç Kadın" Yazar Mithat Önal'ın, 2024 yılı, Kavim Yayıncılık etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu hikâye kitabıdır. On iki hikâyenin yer aldığı eser, yüz on yedi sayfa hacmindedir. Yazar; kitabını, ablası Elif Yılmaz'a atfederek girizgâhta bulunmaktadır. Hikâyeler, sekiz-on sayfa kitap hacminde ve orta uzunluktadır. Hikâyeler de illaki az çok kurgu vardır. Ama daha çok gerçek hayatta yaşanmış hissini uyandıran aşkınlıkta hikâyeler okudum diyebilirim.
‎Hikâyelerde iyi bir gözlem ve sezgisel muhakeme hali kendini hissettiriyor. Hikâyeler bozkırın, taşranın düşlerini, umutlarını ve zorluklarını taşımaktadır. Daha çok kasaba ve köy hayatı hikâyelerde yer almaktadır. Kırsal yaşam ve bozkırın esintileri önde gözükmektedir. Öykülerin önemli bir kısmında kadın tasvirlerinin, betimlemelerin baskın bir şekilde işlendiğini görmekteyiz. Ayrıca insana ve kalbe odaklı, bireysel ve toplumsal duyarlılığı taşıyan temleri de taşımaktadır. Anlatımlarda yer alan karakterler sofi mistisizmi ve miskinliğinden uzaktadır. Bunun yanında karakterler hem hareketlidirler hem de üretkendirler. Hikâyelerde iki tür anlatıcı kendisini hissettiriyor. İlki, bazı hikâyeleri dış anlatıcı ağzıyla dinliyoruz. Diğerlerini de hikâye baş kahramanının ağzından dinlemekteyiz.
‎Anlatım, günlük yaşantılardan alıntılar şeklinde yol almaktadır. Anlatımdaki insanî ilişkiler samimi ve doğaldır. Başka bir ifadeyle kişi portreleri üzerinden pasajlar şeklinde konular işlenmektedir diyebiliriz. Öykülerin geçtiği tarihlerin nirengi noktaları tam olarak belli olmamakla birlikte, 70’ler, 80’ler hatta 90’lar da yaşanmış izlenimi uyandırmaktadır. Bunun da yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Hadiselerin yaşandığı kabul edilen yerler fludur. Sadece bir yerde ‘Sivas günleri’ ibaresi geçmektedir. Ama genel anlamda bütün Anadolu coğrafyası özellikle bozkır ve taşranın baz alınmış olduğunu söylesek yeridir.
‎Hikâyeleri, kahramanlar boyutuyla üç izlek kategori de tasnifleyebiliriz. Birincisi başat olarak, bolca kadın tasviriyle beraber kadın olgusudur. İkincisi dünyayı ve hayatı farklı boyutlarıyla yaşayan enformel karakterlerdir. Başka bir ifade ile mugayir kişiliklerdir. Bunun en iyi örneği, karıncaları beslemeyi kendisine görev edinmiş olan Ahmet karakteri ve gıcır paraları toplayan, biriktiren Gıcır Kazım karakteridir. Ve üçüncü olarak da babayânî ve bacıyân karakterleri sıralayabiliriz. Bunlarla beraber “bakkal, öğretmen, köy bekçisi, minibüsçü, kamyoncu, ev kadını” gibi bu listeyi kimi meslek gurupları üzerinden de sıralayabiliriz. Ama her şeye rağmen ana tema ehramında kadın var desek yeridir.
‎Hikâyelerde yer bulan baş kahramanlar ve diğer karakterlerin çoğunluğu isimleriyle beraber lakaplarıyla ve yaptıkları meslekleriyle anılmaktadır. Bazı hikâyelerde isim geçmemektedir. Bu bağlamda flu bir anlatım kendisini hissettirmektedir. Bunun yerine “Kadın, kız, anne, adam” gibi kimi isimlendirmeler üzerinden anlatımın şekillendirildiğini görmekteyiz. Hikâyelerde yer alan kahraman isimlerine bir bakacak olursak; "Melahat, Firuzan, Mümine, İnci, Kamyoncu Salih, Melih, Gıcır Kazım, Kuruyemişçi Asım, Mali Müşavir Murtaza, İsmet Usta, Kel Mürsel, Bodos Zülküf, Porsuk Rıfat, İklime, Hikmet, Bal Döken, Tel Mevlit, Pala, Deli Fişek, Rıfat Ağabey, Durmuş, Firdevs, Hilmi Emmi, Süleyman, Kulaksız Kerem, Hacce Bacı, Nebahat Nine, Deli Fişek, Kerime Kadın, İllez, Zehra, Zennure, Kıvırcık Hacer, Nevra Kadın, İbrahim, Şaziye, Rukiye Hanım, Şemsi Bey, Rasim, Sema Hanım, Hamit, Gülce, Asım Bey, Nazan Hanım, Karınca Ahmet, Gülnaz Hanım, Şevki Bey, Nalbur İlhan, Özlem Abla, Şengül Teyze, Bisikletçi İdris, Muhtar Şemsettin, Çopur Musa, Simitçi Nedim" gibi birtakım isimleri sıralayabilirim. Sanki Yeşilçam filmlerinden çıkıp gelmiş film karakterleri gibi.
‎Yazarın, hikâye dilinin anlaşılabilmesi için kitapta öne çıkarılan "Eşikte Üç Kadın" hikâyesinden bir bölümü paylaşmak istiyorum. Kitapta yer alan bu ilk öykü hem kitaba isimlik yapmakta hem de kitap arka kapak sayfasında bir bölümüne yer verilmektedir. "...Ben aslında üçünün yaşantılarından çok gözlerinden okumuştum neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini. Melahat'ın gözlerinde geçmişin acılarını, İnci'nin gözlerinde geleceğin hayallerini, Firuzan'ın gözlerinde ise şimdinin sevincini görmüştüm.// Bir kadının gözleri özlemi anlatırken, bir başka kadının gözleri huzuru arıyordu sesli kalabalıklar arasında. Bir başka kadının gözlere ise mutluluğun resmini çiziyordu hiç durmadan.// Üç kadın, üç hayat, üç hikâye... Ortak noktaları ise gözlerinde taşıdıkları duygularıydı.// Gözler, bir insanın ruhunun aynasıydı; bu üç kadının gözleri, onların yaşamlarının yansımasıydı"
‎Hikâyelerin sonlandırılmadığını, uçlarının açık bırakıldığını görmekteyiz. Her hikâyenin bir devamı var gibi bir hissiyata kapılıyor okur. Hikâyelerde yer yer yöresel söyleyişler ve deyişler de yer almaktadır. Bunlara bir göz atacak olursak; "Çetik, çitmik, hannıpçı, elmalık, günlendirmek, gardaşlık, gözek" Bunlarla beraber “gara, beğencek, gız, geliyom, Hacce" gibi kimi yöresel ifadeler ve isimlendirmeler de yer almaktadır.
‎Yazarın tasvir, betimleme ve metin kuruculukta mahir olduğunu görmekteyiz. Sonuçta yazar duyumsatma ve hissettirme ustasıdır. Yazarın önemli bir görevi de anlatımdaki güzelliklerle filiz ve meyve hamiliği yapmasıdır. Yazılanlarda öz olarak, tezyinatla birlikte köpüğü alınmış arılıkta ve sarihlikte bir anlatım kendisini hissettiriyor. Ayrıca betimleme ile tezyinat öykülerin teşmil gücünü artırmaktadır. Bütün bu anlatımlarda milletimizin yaşantısını, irfanî yönünü ortaya çıkaran temler olarak da görebiliriz. İyi okumalar.
‎İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Mart 2025, sayı 136 -Kitaplık-






2 Mart 2025 Pazar

Okunacak Kitap "Hava"

Okunacak Kitap "Hava"

‎Sezai Karakoç’un İmgelerindeki Hava

‎Genelde birçok şairin şiirinde de olagelen ruh halleri betimleme, pastoral durum tespiti ve kimi çağrışımlar cihetiyle hava, iklim, mevsimler, yağışlar vs. temaları oldukça fazlasıyla yer almaktadır. Bu bağlamda Sezai Karakoç’un bazı şiirlerinde de bu durumu görmekteyiz. “Rüzgâr, Yağmur Duası, Kar Şiiri, Yaz, Güz Anıtı, Gök Gürültüsü Anıtı, Kış Anıtı, Fırtına, Sonbahar, Kış, Eleğimsağma Şiiri” gibi şiir isimleriyle karşılaşıyoruz. Sezai Karakoç'un Monna Rosa şiiri başta olmak üzere birçok şiirinde bu temada ki betimlemeler dikkat celp etmektedir. Bütün şiirlerini ve şiir kitaplarını kapsayan “Gün Doğmadan” toplu şiirlerinde “Birinci Sağanak: Bahar Sağanağı - İkinci Sağanak: Ateş Sağnağı - Üçüncü Sağnak: Gölge Sağnağı”... “Onüçüncü Şağnak: Kış Sağnağı Ölüm” şeklindeki kitap bölümleriyle bu durum daha da belirgindir. Her bölümde hayatın evrelerine işaret ederek işlenmektedir. On üç merhale ile şiirlerin inşa hali tamamlanmaktadır. Ve devamında diriliş döngüsü baştan başlatılarak tekraren çark döndürülmektedir.

‎Şiir içeriklerinde daha çok “yağmur, rüzgâr, kış, kar, bahar, eleğimsağma, yaz” gibi adlandırmalarıyla karşılaşmaktayız. Şiirlerdeki bazı alıntılarla konunun içeriğine yönelik bir pencere aralayalım. “Rüzgâr” isimli şiirin ilk bölümü şu şekildedir; “Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!/ Gelin duvağından kopan bir rüzgâr/ Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım/ Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar…” Başka bir şiir; “Yağmur Duası”nın ilk bölümü şu şekildedir. “Ben geldim geleli açmadı gökler/ Ya ben bulutları anlamıyorum/ Ya bulutlar benden bir şeyler bekler/ Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum/ Ben geldim geleli açmadı gökler” Şairin bütün bu yazdıkları, ortak bir gönül dili çerçevesinde ele alınıp işlenmektedir tabi. İslami değerleri içine almış kadim bir kültür anlayışında yol alınmaktadır. 1952 yılında genç yaşlarda yazılan Monna Rosa şiirinde de yağmur ve rüzgâr imgeleri çokça yer almaktadır. Rüzgâr ve yağmur hareketliliği, gençliği, gürbüzleşmeyi imlemektedir adeta. “Yeri gelir, yağmur iğri iğri düşer toprağa” denmektedir. Başka bir yerde “bir mumun arkasında rüzgâr bekler” denmektedir. “Yağmurlardan sonra büyürmüş başak/ Meyvalar sabırla olgunlaşırmış/ Bir gün gözlerimin ta içine bak/ Anlarsın ölüler niçin yaşarmış/ Yağmurlardan sonra büyürmüş başak” Ayrıca Şehrazat şiirinde şöyle bir benzetme yapılır. “...Bir ömür boyu yağan bir ömür boyu karsın/ Sen merhamet sen rüzgâr sen tiril tiril kadın” Monna Rosa şiirinin “Pişmanlık ve Çileler” bölümünde, “Rüzgâr eser, yağmur yağar, tilkiler üşür/ Bir odun parçası aydınlatır ocağı/ Anne ateşin önünde perişan/ Anne ateşin içinde hür/ Rüzgâr eser, yağmur yağar, tilkiler üşür” denmektedir.

‎Leyla ile Mecnun şiir kitabında yer alan “Doğum” şiirinde, “Bir ilkbahar günü doğdun sen/ Baharın ta kendisi oldun sen” denilerek bahar imgesiyle Leyla'ya seslenilmektedir. “Zamana Adanmış Sözler”de; “Bir rüzgâr çarptı yüzüme bahar diye bağırarak/ Bir köleyi özgürlüklere çeker gibi beni sana çağırarak”, “Çöl Muştusu”nda “Gül gelmiş gül gelmiş/ Şam’dan bir bulut inmiş/ Bağdat'tan bir rüzgâr esmiş/ Sabah rüzgârları esmiş” diyerek ruh coğrafyamıza bir göndermede bulunulmaktadır. “Gül Muştusu” kitabından “Baharla karışık su/ Eleğimsağma damlaları/ Kar marmeladı/ Her damlasında şimşek/ Bir avuç suyunda yıldırım/ Gök gürültüsünün salkımı...” Son olarak da “Hızır ile Kırk Saat”te Çocuklar, gök çiğinin tüveyçlerine benzetilmektedir.

‎Üstad Sezai Karakoç’un bu şiir örneklerinde olduğu gibi hava, pastoral bir övgüden ziyade daha çok mevcut hali anlatmada bir araç olarak kullanılmaktadır. Kalbe odaklı dokunaklı ve duyarlılıkta olan imge örgüsünde dört mevsim havamızın her hali böylelikle sergilenmektedir. Yaşamın içinde insan, dünya ve canlı olgusu yolunu böylelikle almaktadır. Şiirlerde yer alan hava ile ilgili bütün bu bölümler her ne kadar fikirleri ve mevcut durumu anlatmada kullanılıyor gözükse de havanın özüne dair anlatımları da ihtiva etmektedir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “Saman elde etmek için buğday ekilmez” sözü ne kadar doğru olsa da samanında buğdaya yakın bir derece de kıymete haiz olduğunu biliriz.

‎Hava Nasıl Tarih Yazar

‎Ronald D. Gerste'nin "Hava Nasıl Tarih Yazar" kitabında havanın bu işleviyle alakalı verilen örneklerle bu konuya etraflıca cevaplar aranmaya çalışıldığını görmekteyiz. 2015 yılında baskısı yapılan kitabın çevirisi 2017 yılında Meltem Karaismailoğlu tarafından yapılmış. Kitap ülkemizde, Kolektif Kitap etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. Kitap isminin alt başlığı “Antik çağdan günümüze iklim değişiklikleri ve felaketler” şeklindedir. Kitapta verilen bütün örneklemeler daha çok bir batılının, bir Alman’ın bakışı ve görüşüyle şekillenmiş olduğunun notunu da öncelikle olarak düşmek istiyorum.

‎Antik çağdan günümüze değin özellikle ekstrem iklim değerlerinin geriye doğru tespit edilmesinin, bunlara dair kimi tahminlerin yapılabilmesinin yol ve yöntemleri de yer almaktadır. Gelişen teknolojilerle beraber bu yöntemler daha da bir çeşitlenmiştir. Mesela kimi kireçtaşı mağaralarında ki sarkıt ve dikitler üzerinde yapılan incelemelerde keskin iklim değişiklikleri kimi analizlerle tespit edilebilmektedir. Bu incelemeler, kayaçlar gibi başka birçok nesne üzerinde de yapılabilmektedir. Eski ağaç halkalarının karşılaştırmaları, analizleri bir diğeridir. İklim hakkında kimi tarihi vesikalar ve söylenceler gibi bu listeyi pekâlâ daha da uzatabiliriz. Bütün bu çalışmalar ile beraber geriye doğru iklimsel bir bellek oluşturulmaktadır.

‎Romalıların altın çağına iklimin olumlu etkisi, dokuzuncu yüzyılda Maya yüksek kültürünün sonlanması ve iklimin bunda aldığı yol bir bir irdelenmektedir. 800 ile 1000'li yıllar arasında etkili kurak bir dönem yaşanmış ve bu da Maya medeniyetinin sonlanmasında etkili bir güç unsuru olmuştur. Ayrıca Justinianus veba salgınında (M.S. 541-549) iklimin rolünü yadsıyamayız. 1281 de Cengizhan'ın torunu Moğol Hükümdarı Kubilay'ın, Japonlarla yaptığı deniz savaşında etkili olan tayfun nedeniyle bozguna uğramıştır. Yaşanmış başka ekstrem değerlere de bakacak olursak; Ocak 1709'da hafızalarda en soğuk kış yaşanmıştır. 1739 - 1741 tarihleri arasında İrlanda ve çevresinde etkili olan soğuklar küçük bir buzul çağını andırmaktaydı ve üç yüz bin kişinin hayatına mal olmuştur. 1812- 1815 yıllarında Napolyon'un karşılaştığı olağanüstü Rusya şartları bir diğer etkili örnektir. 1815- 1816 da dünyanın kimi bölgelerinde yazsız geçen bir yıl yaşanmış olduğu vurgulanmaktadır. 1914 yılında etkili olan Halsey tayfunu özellikle Amerikan donanmasına büyük zararlar vermiştir. 1941 kışında Moskova'ya ilerleyen Alman Nazi ordusu donmuş ve soğuklar nedeniyle büyük bir kayıp vermiştir. Yine 5-6 Haziran 1944 tarihinde Normandiya'daki fırtınalı yaz havasının geçici olarak sakinleşmesinin önceden tahmin edilmesi ile beraber çıkarmanın başarıya ulaştığını görüyoruz. Son olarak 29 Ağustos 2005'te yaşanan Katrina Kasırgasının zararları bir diğeridir. Bunun gibi Maria, Irma, Hilary gibi birçok kasırga isimlerini de örnek olarak verebiliriz. Bu örnekler bize gösteriyor ki bu olağanüstü hava şartları dün olduğu gibi bugünde yarında yaşanacak maalesef ve tarihe hem damgasını vuracak hem de tarihin akış istikametini değiştirip başrolünü oynayacaktır.

‎Orta çağ döneminde 300-400 yıl, sıcak bir dönem yaşandığını görüyoruz. Bin’li yıllarda Grönland da çok daha soğuk havalar yaşanmıştır. 1315-1350 yılları arasında özellikle dünyanın kimi bölgelerinde uzun süreli yağmurlar görülmüş. Yine 1315-1850 tarihleri arasında kimi bölgelerde küçük buzul çağı yaşanmıştır. Bütün bu örneklerde olduğu gibi bin yıllar içerisinde gerek sıcak dönem gerekse de soğuk dönemler devri daimî olarak yaşanmıştır. Kayıtlara geçen, dünyamızda en sıcak on beş yaz mevsiminin 14'ü yirmi birinci yüzyılın başlarında yaşanmış olduğunun da notunu düşmemiz gerekiyor. Ayrıca bu dönemlerin bir birisiyle kıyaslaması şu şekilde yapılmaktadır. "Geçtiğimiz 2 bin 3 bin zaman diliminde iklim tarihi incelendiğinde, sıcak dönemler daha ziyade kültürel ve toplumsal hareketliliklerin, gelişmenin ve ilerlemenin daha iyi olduğu, soğuk dönemlerde ise istikrarsızlık ve krizler daha çok kendini göstermiştir" (s. 21) Şeklindedir. Bu tespitleri salt doğru kabul edemeyiz elbette. Yoksa Asya'nın ve Orta Doğu’nun steplerinden Avrupa üzerine yapılan kitlesel göç hareketlerini sadece bu kabul üzerinden nasıl izah edebiliriz?

‎Antik çağdan günümüze gelene kadar yaşanmış olan bütün bu iklim değişiklikleri ve ekstrem değerler bize, küresel ısınmanın ve iklim değişikliklerin sadece insanlar eliyle ve fosil yakıtlar marifetiyle olmadığını göstermektedir. En azından kimi bilim insanlarının bu doğrultuda fikir beyanında bulunduklarını söyleyebiliriz. "Suçlu bir bağırmış suçsuzun ödü kopmuş" durumuna da düşmemek gerekir. Daha dengeli düşünüp iklim değişikliğinin ne sadece insan odaklı ne de sadece insandan bağımsız olmadığını görmemiz gerekiyor. Ağaca tekme atarak, tepesine çiçekler yağdıran İranlı bir âlimin nezaketi ağaçtan öğrenmesi gibi bir durumda yaşanacaktır.

‎Yine de iklim değişikliklerinin nedeninin antropojenik olduğu fikri ağır basmaktadır. En azından iklim değişikliğinin insan eliyle olan etki kısmının minimize edilmesi için gayret göstermeliyiz. Bir Danimarka atasözün de dendiği gibi "İyilikte kötülükte bumerang gibidir, mutlaka size geri döner" Aynı bunun gibi biz dünyamıza iyilik edelim ve daha çok iyilik bulalım. Yoksa çok şeye geç kalacağız maalesef. Konya'da söylene gelen "Bayram gelince şırlan yağını başına dök" örneğinde olduğu gibi geç kalmışlığı yaşamayalım. Savaşlarla, mücadelelerle yarış halinde olan dünya insanının, düzen ve sıradan hayatının karşısında, doğru ve hakkaniyetli aksülamel bir duruşu da her daim yaşatmalıyız.

‎İlkay Coşkun
‎Kültür Ajanda Dergisi
Mart 2025, sayı 136

27 Şubat 2025 Perşembe

Gönül Sızısı

‎'Gönül Sızısı'ndaki Duygusal Derinlik

‎”Gönül Sızısı” Yazar Muhammed Işık’ın altıncı kitabıdır. KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturulun deneme türünde ki kitap, otuz bölüm şeklinde tasniflenmiş. Yayın tarihi Ocak 2025 ve yüz otuz sekiz sayfa hacmindedir.

‎Anlatım, insana dair birçok soyut duygu-ruh halleri kavramlarıyla ele alınmaktadır. Bu içeriğe tabi, kitapta belli başlı konular; gönül teması başta olmak üzere iyilik, sevgi, aşk, ihanet, kıskançlık, beklenti, gerçeklik, hayal kırıklığı, başarı, özgürlük, şükran, unutkanlık, sadakat, mücadele, gıybet gibi olumlu ve olumsuz cihetleriyle birçok insan halleri ele alınmaktadır. Öyle ki insanın pozitif halleri daha geliştirme ve yaygınlaştırma erkindeyken, olumsuz hallerinde cehdine düşülmektedir. Bütün İlahî dinlerin ve ahlâk anlayışlarının temelinde ve mücadelelerinde bunlar yok mudur? Türlü çeşit dilemmalarla karşı karşıya olan insanlığın tekâmülünde doğru yola, güzele, hakka ve vicdana böyle ulaşılmıyor mu?

‎Gönül üzerine, söz varlığımızda çok şey söylendiğini biliyoruz. Gönül konusuna kısa kısa da olsa bir değini de bulunacak olursam; Merhum Oktay Sinanoğlu'nun “Yabancı dillerin birçoğunda gönül kelimesinin karşılığı yoktur ve gönül yoktur” tespiti hep aklımızın bir köşesindedir. Yine gönül insanı Neşet Ertaş, gönülü şu şekilde tanımlar; “Gönül, insanın taş ve toprağa gerek olmadan gömüldüğü tek yerdir.” Gönül kelimesi başka tanımlamalarda da şu şekildedir. Farsçayı derûn; Arapçayı kalb, hâtır dili; Türkçeyi de yürek dili olarak geçmektedir. Gönül, aşkın dostudur. Bedeni, dünya kabul edersek gönüle, ukbâ diyebiliriz. Gönülde yaşlanma yoktur. Olsa olsa dünya değiştirme vardır. Nefis düşman, gönül ise bir kaledir. Gönül irfanın kaynağıdır. Gönül ehli olanlara fazla söz gerekmez, Gönül, âşık gibi ağlar, kanlı gözyaşı döken bir yaralı gibidir. Gönlü, aşkın ve gamın merkezi olarak bilinir. Güzel her daim gönlün sevdiğidir gibi başka tanımlamalarda da bulunabiliriz. Medeniyetimizin hep bir ‘gönül medeniyeti’ olduğunu söylemişizdir. Nefis, bedenin yoldaşı, bir taraftan da düşmanıdır. Gönül ise bir kaledir. Gönül ehli olanlara fazla söz gerekmez gibi birçok farklı farklı betimlemelerde de bulunabiliriz.

‎Konunun daha iyi anlaşılabilmesi adına altını çizdiğim bazı bölümleri buraya taşımak istiyorum izninizle. İyilik hakkında; “İyilik bir nehir gibidir. Temizdir, berraktır ve kaynağında hayat vardır” (s. 18) “İhanetler, kayıplar, acılar... Bunlar hayatın gerçekleridir ancak aynı zamanda içimizdeki gücün testleridir. Her testle insan daha da güçlenir, daha da olgunlaşır” (s. 24) Beklenti hakkında şu şekilde bir vurgu yapılır. “Beklentiler, bir bağımlılık gibidir. Beynimiz, mutluluk hormonu olan dopamin salgıladığında, beklentilerimiz gerçekleştiğinde büyük bir haz duyarız” (s. 30) Gerçeklik hakkında; “Gerçeklik çıplaktır. Tam önümüzde durur ve çoğu zaman acı vericidir. İçindeki netlik, insanoğlunun kurguladığı hayal dünyasıyla uyuşmaz” (s. 31) Hayal kırıklığı hakkında; “Hayal kırıklığı, aslında büyümenin bir acısıdır” (s. 31) Başarı hakkında; “Başarı, herkesin üzerinde taşımaya çalıştığı, bazen dar gelen bazen de fazla büyük olan bir elbise gibidir” Bütün bu anlatımların odak noktasında insana dair genellemeler çoğunluktadır elbette. Mesela bir örnek şu şekildedir; “Belki de insanın en derin yarası, kendisinden ayrılmasıdır. Yabancılaşma, varoluşun temel çelişkilerinden birisidir.” (s. 129)

‎Anlatımlarda daha çok geniş zaman kipi ile birinci tekil şahsın kullanıldığını söyleyebiliriz. Bu anlatım üslubunda geniş zaman kipi ile genel durumları, birinci tekil şahısla da kendisi üzerinden anlatımı örneklendirip bir nevi konular tahlil edilmektedir. Hatta yazar, kimi eleştirilerini kendisi üzerinden serimlemekte bahis görmez. Önceki söylediklerime akraba düşecek başka bir tarafta; insanın ruhunda, melekûtunda olan bütün bu hallerle insanı tahlil edip adeta sosyal ve psikolojik etüt yapılmaktadır.

‎Nasıl ki kulak için sessizlik onun besini hüviyetinde ise her duygu halinin de bir beslenme ve perhiz durumu yok mudur? Bu anlayış, insanın hallerini kontrol etme ve tanıma yetisini de beraberinde taşımaktadır. Bütünlüklü olarak bu ruh halleri insanın üst derece ve derekede durumunu belirlemektedir. Son tahlilde ister olumlu ister olumsuz ruh halleri olsun bu anlatımların tamamı insanı bütünleyen mürekkep unsurlardandır. Toplumsal kalıplar ve roller içinde sıkışmış insana bazı çıkış noktaları da sunulmaktadır. Toplum-birey ilişkisi, insanın hayatta edindiği roller, çevresel ve kültürel saiklerde bunlara dâhildir. Sonuçta testi taştan korkacak ve sükût başımızı hoş tutacaktır. Her insanın ruh-duygu halleri gürültü yapma eğiliminde de olsa sonucu hep sessizlik olacaktır. İnsanın ruh halini, tıynetini belirleyen hallerin müphemliğine bir değini hüviyetinde ki bu yazıları okumaya davet ediyorum. Buyurunuz. İyi okumalar.

‎İlkay Coşkun


20 Şubat 2025 Perşembe

"Havamız Olsun" Hakkında

"Havamız Olsun" Hakkında

Şair-Yazar İlkay Coşkun’un son düzyazı kitabı ‘Havamız Olsun’, edebiyatla meteorolojiyi deneme formatında birleştirip bütünleştiren özgün bir yapıttır. Şiir sanatının duyumcu imkânlarından istifade edilerek kaleme alınan bu kitap, atmosfer olaylarına bir ‘şair bakışı’nı da bünyesinde taşıyor. Nefes almanın bir nimet oluşundan ateşin yakıcılığına, suyun sağaltıcılığından havanın ruhu genişleten özelliklerine kadar çevremize ve içinde yer aldığımız dünyaya ve yapılarına değer bilir bir gözle bakan insani bir yapıt.

‘Havamız Olsun’, çevre şuuruyla kaleme alınmasının yanında, Yaradan’ın bizlere sunduğu coğrafi imkânlara da hikmet noktai nazarından bakan hikemi bir yapıt aynı cihette. Her gün havasını soluduğumuz atmosfere ‘başka’ bir bakış ve görüş getiren bu yapıtın okuruna mekânsal anlamda bir ‘farkındalık’ getireceğine şüphemiz yok. Meslekî formasyon ile edebî bakışın birlikteliğiyle kaleme alınan bu yapıtı Türk okur yazarı severek ve benimseyerek okuyacak, talan edilen dünya nimetlerinin değerinin farkına daha bir varacaktır.

‘Havamız Olsun’, edebiyat ile meteorolojiyi insani bir atmosferde ve potada eritmesi ve okurun duyarlığının sınırlarını genişletmesiyle birlikte bu gelimli-gidimli gök kubbede hoş bir seda bırakmaya aday nitelikli bir yapıttır aynı zamanda. ‘Havamız Olsun’, iklimin/iklimlerin ve coğrafyanın değerini bilen kıymettar okurlarını bekliyor…

Yazar Mustafa Nurullah Celep



10 Şubat 2025 Pazartesi

Havamız Olsun

Havamız Olsun

Her esinti yüzümüze değmekte ve havanın ezgileri bizi oyuna kaldırmakta. Her mevsim, her hava değişimi önceden şifrelerini bize vermekte veya en çetininden sürprizlerini yapmakta. Sanki basınç denen bütün ağırlık, berzah âleminden sırtımıza yüklenmiş durumda. Yükümüzün darasını dahi hissedemiyoruz. Sırtına yük yüklenmiş hamal gibi olmasak da hastalıkta ve zorlukta naçar kesiliyoruz.

Doğumda ki vücut sıcaklığını, ölümde ki beden soğukluğuyla dengeliyor olmalıyız. Toru topu yaşayabileceğimiz yetmiş seksen farklı mevsimin ortalamasını taşıyoruz. Bir yanımız sıcaklık depolarken diğer taraflarımız hararetimizi alıyor olmalı. Püf deyince sönebilecek bir canla, yaşadık mı yaşamadık mı? Hayal mi gerçek mi? bilemiyoruz. Bütün paydaşlarımızla beraber, “dünya bir penceredir her gelen baktı geçti” gerçekliğinde yaşıyoruz.

Havamız Olsun (Deneme) / İlkay Coşkun - Şubat 2025


Kitap Sipariş:







4 Şubat 2025 Salı

Beli Bükük ile Mezar Taşı

Beli Bükük ile Mezar Taşı

“Beli Bükük ile Mezar Taşı” Yazar Rukiye Saran Aydın'ın Mart 2024'te Hece Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu ilk öykü kitabıdır. On dokuz öykünün yer aldığı kitap, yüz kırk üç sayfa hacmindedir. Yazar, kitabını rahmetli babasına ve sevgili ailesine atfetmiştir. Merak duygusunu fazla törpülemeden ve öykülerdeki büyüğü bozmadan kısa kısa değinilerde bulunmak istiyorum izninizle.

Kitap ismi olan “Beli Bükük ile Mezar Taşı” ayrıca kitapta yer alan bir öykünün ismidir. Öykülerin tamamına yakını 5-6 kitap sayfası hacmindedir. Her okurum zihninde -öykü uzunluğu anlamında- okuma ve okuduğundan zevk alma kıvamı vardır. Öykü biraz uzarsa okur bu kıvamı kaçırır. Kısa anlatımlarda ise kıvamın bulunamadığı, keyfin kaçtığı veya yarım kaldığı bir hal yaşanır. Bu bağlamda, ortalama 5-6 kitap sayfası öyküleri daha çok ideal bulurum.

Öykülerin genelinde kurgusal bir şaşırtmaca ile yola çıkar ve okuru tuş etme sanatının inceliklerini kullanır. Yani, düz bir anlatımda kişilikler bambaşka karakterlere evrilir. Mesela temizlik robotu, akasya, ekin başağı, kitap, sandık, marul gibi bitki ve nesnelerin kişileştirilmesi, serüvenlerin öykülerde işlenmesi dikkat celp etmektedir. Bu şaşırtmaların yanında, modernist ve geleneksel anlatımlarda zaman sıçramalarına da yer verilmektedir. Böylelikle yazılan öykülerde yol, yöntem ve biçem; öykünün ritmini ve hareket alanını belirlemektedir. Tolstoy’un dediği gibi “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” anlayışındaki gibi bir erkle yol alınmaktadır.

Öykülerde konu muhteviyatı anlamında, daha çok evlerden, kız çocukları üzerinden aileden, sokaklardan, kır ve şehir hayatından yola çıkılmaktadır. Anne, baba, kardeş gibi bütün aileyi içine alan aile sıcaklığında bir anlatımla konular ele alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, öykülerde temel malzeme insan, aile ve çevre odaklıdır. Bu meyanda, öykülerde olması gereken nesnellik ve gözlemlerle beraber, öznellikte taşınmaktadır diyebiliriz. Her öyküde, öykü kahramanı ayrıca öykünün anlatıcısıdır. Anlatım hem kahraman hem de olay örgüsü şeklindedir. Kitap arka kapak yazısında da belirtildiği gibi, biz de yazarın gelenek ile modern arasında geliş gidişleri doğrultusunda bir üslup geliştirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda ufka, fütüristlik bir güzergâh çizilmekte ve bu şekilde yol alınmaktadır.

Öykülerde zaman olarak daha çok çağımızın, bu günlerimizin anlatıları olarak bakabiliriz. Sadece bir kısmında, yazarın çocukluğuna dair izleri görmekteyiz. Öyle ki insanın geçmişinde özellikle çocukluk döneminde yaşadıklarından kalan izler, içerisinde göllenip gün yüzüne çıkmaktadır sadece. AVM''er, metropol hayatı, sıkışık otobüs-dolmuş yolculukları, instagram atmak, korona dönemi maske takmak gibi öykülerde geçen ifadelerden bunu anlıyoruz. Öykülerde diyaloglar yok denecek kadar az olmakla beraber, metin ve kişi betimlemeleri, kendisini ziyadesiyle hissettiriyor. Öykülerinin sonlanmadığını, anlatımın bir yerlerinde bırakıldığını da görmekteyiz.

Öykü karakterleri yeterli ve az sayıdadır. Hatırımda kalan isimlere bir bakacak olursam; “Aslım, Jasmin, Cabir Abi, Ahab, Şervan, Yorgancı İdris Dayı, Nadide, Havva Ana, Ekâbir Bey” gibi isimlerdir. Öykü dilinin algılanabilmesi için birkaç kısa bölümü de buraya taşımak istiyorum izninizle. “Güneş batıya doğru yolculuğuna devam ediyordu” (s. 13), "Kiremit çatılı yorgun evler, gözlerini yummaya hazırlanıyordu" (s. 77), “Bedeni çıkarmışlar, ruhunu çıkaramamışlar”, “Bebeğin masumiyetin en saf kundağına sarılmış, sükûnetin en sakin koyunda uyuyordu” (s. 91), “Bu yeni yürek yurdumuzda her anımız güzel geçiyordu” (s. 111) Şeklindedir.

Öykülerde zaman zaman ses yükselmesi olsa da genel anlamda dingin bir anlatım kendisini hissettiriyor. Bu da bilinç akışı ve büyülü bir gerçeklik hali eşliğinde, yazarın kendi içine doğru uzunca bir yürüyüşüne çıkmış olduğunu hissini uyandırıyor. Sonuç olarak okuyucu, okuma zevkini diri tutan yazarların neler yazdığının izini sürer. Rukiye Saran Aydın da takibimde olan yazarlardan. Anlatım derinliği ve farkındalığı olan güzel öyküler okudum. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
02.10.2024

Kültür Ajanda Dergisi
Şubat 2025, sayı 135






2 Şubat 2025 Pazar

İnsan Ömrü Dört Mevsim

İnsan Ömrü Dört Mevsim

Mevsim Geçişleri

Mevsim geçişleri hep bir telaşın, hareketliliğin ve akabinde hastalıkların buluşma noktası gibidir. Bu durum sonbahardan kışa ve kıştan bahara geçişte daha çok kendini gösterir. Kışı bir dip nokta kabul edersek sonbaharla inişi baharla da tırmanışı imler ȃdetȃ. İnsan ömründeki çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi süreçlerin bir benzerini mevsimler de yaşar. Gece ve gündüz daha küçültülmüş bir örnektir. Coşum ve doyum hâlini inişli çıkışlı da olsa her mevsim yaşarız. Geçmiş, bugün ve gelecek üçlü sacayağında çıraklık, kalfalık ve ustalık süzgecinden geçip yolumuza revan oluruz. Önüne set kurulamayan akarsu misali zaman ırmağında talihimizi ve tarihimizi yaşarız.

Mevsim geçişlerinde sıcaklık, soğukluk, esinti, sakinlik, yoğunluk, sığlık, basınç hâli gibi atmosferik değişkenleri daha çok hissederiz. Bir yerde hep kış veya hep yaz varsa mevsim geçişleri sözü yaşamsallıktan uzakta bir yerdedir. Güneşin yörüngesindeki dünya bir düzen çerçevesinde her yeni günle ve mevsimle kendini yeniler. Mevsimleri daha anlamlı kılan, ardı sıra döngüsel takiptir. Soğuğu, yokluğu, azlığı yaşatan bir mevsimin hemen öncesinde bolluğu, bereketi ve hasadı da yaşarız.

Dengenin olduğu dünyamızda günün uzununu, kısasını, mihrican’ı, gel git’lerini, güneşin doğuşunu, batışını ve nice farklı olayı yaşarız. Vuku bulan her bir dip ve tepe nokta geçişkenliğe zemin hazırlar. Ortalama bir insan ömründe topu topu 70-80 kez mevsimleri yaşar. Bunun gibi Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı ve sene başları da böyledir.

Ülkemizde dört mevsim yaşansa da bazı mevsimler, bazı bölge ve şehirlerimizde meşhurdur. Kışa nerede doğdun diye sormuşlar. “Erzurum’da doğdum ama Sivas’ta ikamet ediyorum” cevabını vermiş. Sivaslıya askerde komutanı sormuş. Evladım, bir senede kaç mevsim var? Cevap; dört komutanım. Şöyle ki; “ilkbahar, yazbahar, sonbahar ve kış” der. Tarih boyu tarım toplumu olmamızdan mütevellit bunun gibi hikâyeleşmiş daha çok mevsim, tabiat temaları var. Mevsimler ve tabiat ile ünsiyet kurmamız tarih boyu hep var ola gelmiştir.

Hayatımızın her alanında farklı geçişleri yaşarız. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, hattȃ doğum ve ölüm bile bir nevi geçiş değil mi? Yaşamsal maddeler hücre zarından hep geçiş hâlindedir. Her canlı ontolojik kodlarında hâlini ve hâl değişmesini yaşar. DNA, RNA, kan ve hücrede de bu hâller kendi düzeyinde yaşanır. Ayrıca huruç zamanı geldiğinde hep bir göç hâlini yaşarız. Göçmen kuşlar gibi mevsimsel bir düzen olmasa da insan hayatında bu hâlleri, her an yaşayacak ahval içerisindeyiz. Nasıl ki bir çocuğun doğumu, annenin doğumunu ve yenilenmesini de getiriyorsa her bir mevsim geçişi dünyamızı yeniden doğuruyor, yeniliyor ȃdetȃ. Tüm ikilikleri mevcut olan dünyamızın ve biz insanların bu gelgitlerinin yanında, gidiş istikameti hep muvazene üzre oluyor.

Önümüz Kış

Mutluluğa ulaşmanın yolu, ihtiyaçsızlaşmaktır. (Diyojen)

Ağustos böceği ile karınca hikâyesi çocukluğumuzdan bu tarafa kulaklarımızdadır. Çok insan bu hikâyeyi bilir. Çalışmak ile tembellik arasındaki farkı göstermesi açısından basit ama etkili bir hikâyedir. Kurutmalıklar, konserveler, turşular geçmişimizden bizlere gelen ve bizlerin de uygulamaya çalıştığı en eski yöntemlerden bazılarıdır. Hasat zamanı özellikle kışlık patatesini ve soğanını alanlar en azından bu ürünler anlamında daha az etkilenirler. Sezon sonu indirimleri, alışverişleri de hayatımızda her daim olan bir uygulama. Fiyatların daha uygun olduğu pazarları tercih etmek, toptan alışverişle ürünü daha uygun fiyata almak, kışın yazlık giysileri, yazın kışlık giysileri ucuza almakta başvurulan yöntemler çoğu zaman.

Bu kışın çok pahalanan bazı sebze ve meyvelerin tüketimini mümkün mertebe azaltmak alternatif gıdalara yönelmek hem bütçemiz hem de toplumun ortak insiyaki olarak devreye sokulması en azından karaborsa oyunları yapanlara yönelik büyük bir ders olacaktır. Tedbiri elden bırakmayan insanlara hayranım. Onlar, gelecek yılın yakıtını bahardan itibaren tedarik ederler. Kış hazırlıklarını en detaylarına kadar yaparlar. Tutumludurlar. Her ihtimale karşı kıyıda köşede hep ek bütçeleri vardır. Gılgılsız abdesthaneye girip de döne döne taş aramaz onlar. Planlı hareket ederler. Ne kadar imkâna ulaşsalar da hayat standartlarını paralarının hep altında tutarlar. Cimrilik konusu bu bahsin dışındadır.  

Ülke olarak tarım, hayvancılık politikalarımızı gözden geçirmeliyiz. Hangi alanlarda tıkanıyoruz, dengeyi nerelerde kaybediyoruz. Planlarımızı ve projelerimizi bu yönde yapıp ve güncelde tutmalıyız. Üretimi artırmamız için bilinçlenmeliyiz. Bu noktada zamanı ve fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. “Yanlış vakitte bin okun vuramadığını doğru zamanda bir ok vurur” akıllılığını göstermeliyiz. Öyle gereksiz harcamalarımız oluyor ki. Paramızın önemli bir kısmını kullan at eşyalara harcıyoruz. Bunu en iyi Oscar Wilde özetlemiş; “günümüz insanı her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor” Maalesef geldiğimiz durum bu.

Yeme içme ve barınmadan daha çok günümüzde tüketim kalemleri arttı ve her geçen günde artmaya devam ediyor. Bu yüzdendir ki belki de bu harcamalarımızı karşılamak için daha çok çalışmamız gerekiyor. “Kölelik kaldırılmadı, sadece bütün renkleri kapsayacak biçimde genişletildi” diyen Charles Bukowski sözüne göre belki de bu tüketim çılgınlığının kölesi olmaya başladık. Ayağımızı yorganımıza göre uzatıp ürettiğimiz kadar tüketmeye hakkımız olduğunu unutmamalıyız. Bol bol bilgiye yatırım yapıp üretmeliyiz. Velhasıl bu dünyada ne kadar tükettiğimizden çok vicdanımız ve hoş sedamız kadar olacağız. Öyle veya böyle dünya tarlasında rızkımızı ekip biçiyoruz ve bu dünya nöbetini tutup gideceğiz velhasıl.

Baharlar Gelsin Gönüllere

Her ne kadar dünyanın encamıyla birlikte farklı bir boyuta geçecek olsak da hayat seyrüseferinin zor şartlarının sonucunda hep baharlar gizlidir. Çağıl çağıl eriyen kar kırcıyla, tomur tomur çiçeklere ve yeşilliklere kavuşuyor. Kocakarı soğukları ezile büzüle de olsa geçip gidiyor. Acı poyraz, efil efil yağışlı lodos, alizeye; sımsıcak samyeli, kıbleye ve daha başka sıcak esen rüzgârlara dönüşüyor. Elbette ki sadece kış sonrası bahar kavuşmaları olmuyor. Gönüller ve simalarda baharlara kavuşuyor. Her yenibahar, insanların özünde bulunan naif duyguları kabartıyor. Seciyesine, tiynetine ve şuuruna sirayet ediyor. Bal küpünden bal sızması gibi güzellikler taşınıyor. Ne ekersek onu biçeriz durumları da yaşanıyor.

İnanç merkezli cennet ve cehennem tasavvuru ve başkaca reenkarnasyon gibi birçok yan anlayışının temelinde insan yok mudur? İnsanlığın hasletleri, aşk, sevgi duyguları ve bütün sosyal temler insanı böylelikle hayata bağlıyor. Kader-i ilahiyenin yanında bizlerin tercihleri ve cüzi irademiz de bunlara dâhildir. İnsanı okuyan başka halleri de bunlara ekleyebiliriz. Bütün bu hasletlerin özü, insanın kendisini tanıma noktasında bir göz aydınlığı olmaktadır. Bu baharlar, insanın öznesindeki devalüasyonların karşısında bir panzehir hüviyeti taşımaktadır. Öyle ki bu güzellikler, insanın kendi hayatının rotasındaki inhirafları düzeltmek için vazgeçilmez görevler üstlenmektedir. Sıkıntılarla, zorluklarla ve en önemlisi de ölümlerle karşı karşıya kaldığımız bu dünyamızda hayattan kam almak, farklı baharlara ulaşmakla mümkün olmaktadır.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 135, Şubat 2025