3 Aralık 2025 Çarşamba

Ankara Günlüğü

Ankara Günlüğü”nde Yaşayan Türkü

“Ankara Günlüğü” Yazar Ahmet Doğru’nun Haziran 2025 tarihinde, KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu dokuzuncu eseridir. Otuz üç adet günlük yazısının yer aldığı kitap, yüz otuz sekiz sayfa hacmindedir. Günlükler, Ekim 2018 ile Ocak 2020 tarihleri arasında yazılmış olduğunu görmekteyiz. Günlükler, Cahit Zarifoğlu’nun “Yaşamak” isimli günlüklerinde olduğu gibi gün gün değil de haftalık zaman dilimlerinde yazılarak faklı bir deneyim hayata geçirilmiştir.

Günlüklerden anlaşıldığına göre yazar, Ankara’ya güzel bir gençlik ve özlem bağışlamıştır. “Bir mırıltı palazlanır dudağımdan gözlerime Ankara dolar” (s. 107) diyerek bu özlemini taçlandırmaktadır. Yazar bütün yazdıklarında Ankara’yı özlem ve sevgiyle yâd etmektedir. Günlüklerin sonlarında, “Ne güzelsin Ankara!”, “Şen olasın Ankara!”, “Türkü türkü kal Ankara, türkü türkü gül Ankara!”, “Güle güle kal Ankara!” gibi ifadelerle temennilerini dillendirmektedir. Yazar, Ankara’yı hep ululamaz tabi ki. Zor ve sıkıntı duyduğu konulara da değinir. Ankara’yı bir bürokrasi soğukluğunda görür mesela. İnsanın olduğu her yerde iyilerde kötülerde vardır. Bundan kelli kimi insanlara ısınamamıştır. “Bir yerde söylediğin bir söz, bambaşka bir kılıkla hoş olmadık başka bir yerde karşına çıkabiliyor” (s. 25) diyerek bir nevi maruzatını iletir. Zaman zaman bunlar gibi sükût-i hayale uğrar. Bu süreçte iyi veya kötü yüzlerce anıyı Ankara toprağına armağan eder.

Kitap isminden de anlaşıldığı gibi kitabın ana omurgasını Ankara oluşturmaktadır. Ankara, anlatımlarında türkü, bağlama, teyp, kaset ve tütün birlikteliği vardır. Yazar, 1996 - 2000 yılları arasında Ankara Gazi Üniversitesinde lisans eğitimini alır. Okul bitiminde ücretli öğretmenlik ile öğretmenliğe adım atar. Devamında Ankara Bilkent Üniversitesinde yüksek lisans eğitimine başlar. 2002 yılında askeri öğretmendir. Doktora eğitimini Bolu’da 2018 - 2020 yılları arasında alırken yol güzergâhında yine Ankara vardır. Yazar, yer yer Pazarcık’ta geçen çocukluğuna varana kadar zamansal atlamalar yaparak geçmişe yolculuğa da çıkar. Bu gidişlerle beraber anılarını uyandırmaktadır adeta. Günlüklerden anlaşıldığı üzere bu yol, yazarın dimağını diri ve duru tutmaktadır. “Yol türküdür, türkü yolundur” sözündeki gibi bir döngüde ve yollardadır yazar. Yollar, hasret olduğu kadar bir taraftan da berekettir. Bu yıllarda kırk yaşını geçirmiş bir ateş ustasıdır adeta. Önsöz yazısında bu günlüklerin doğuşunu çok güzel bir şekilde izah eder. Buradaki günlükler, genelde yolda dinlenilen türkülerin sözlerini epigrafa (eserin başındaki alıntı söz veya şiir) alarak başlar. Türkü eşliğinde dünün Ankara’sındaki hatıraları ayaklandırır ve bu günün Ankara’sını seyre daldırır. Yine yazarın ifadesiyle bu yazılanlar, o yılların Ankara’sının anıştırmasını, karşılaştırmasını ve duyumsatmasını içermektedir.

Günlük veya günce dediğimiz bu yazım türü, yazarın günlük olaylarla ilgili düşüncelerini yazdığı, gününü de not düşerek kaleme aldığı kısa yazılardır. Başka bir ifade ile günlükleri insan yaşamının bir grafiği veya nabzı olarak tanımlamamız mümkündür. Cahit Zarifoğlu, Nurullah Ataç, Cemil Meriç, Cemal Süreya, Tomris Uyar, Oğuz Atay, Franz Kafka, Virginia Woolf, Stefan Zweig, Sylvia Plath, Albert Camus gibi tanınmış tanınmamış, Türk veya yabancı birçok yazarın günlükleri kitaplaştırılmış olduğunu görmekteyiz. Günlükler tarihsel olursak; “Ali Bey'in Seyahat Jurnali”, Şair Nigar Hanımın, “Hayatımın Hikâyesi” gibi ilk günlükler olarak karşılaşmaktayız.

Gerek türkü sözlerine gerekse de türkülere ses olmuş türkücülere ve kimi şair ve yazarlara çokça yer verilir günlüklerde. “Pir Sultan, Karacaoğlan, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Heyder Baba, Erzurumlu Emrah, Şehriyar, Cem Karaca, Davut Sularî, Arif Sağ, Selda Bağcan, Âşık Mahzunî Şerif, Fikret Kızılok, Gülden Karaböcek, Haluk Levent. Hasan Sağındık, Uğur Işılak, Ali Ekber Çiçek, Sabahattin Ali, Talat Sait Halman, Yavuz Bülent Bakiler, Abdurrahim Karakoç, Erdal Erzincan, Zülfü Livaneli. Selçuk Küpçük, Ali Akbaş, Mehmet Gözükara, Saadettin Yıldız Hoca” gibi isimleri ilk aklıma gelenler olarak sıralayabilirim. Günlüklerde geçen Ankara başta olmak üzere bazı mekânlara da bir bakacak olursak; “Kızılay, Güven Park, Kavaklıdere, Beytepe, Bahçelievler, Beşevler, Bilkent, Emek, Dikmen, Toroslar, Nurdağı, Amanoslar, Pazarcık, Bolu” gibi yerleri öncelikli olarak sıralayabiliriz.

Yazarın, her günlük yazısında epigrafa yerleştirdiği türkü sözleri başta olmak üzere şiir alıntılarına ve güzel sözlerden bazılarına da bir bakalım; “Hasreti bırakıp özlem getiren/ Güllerin yerine diken bitiren/ Gönlümde yarayı açan o tren/ Ötünce hatırla yâr beni beni.” (s. 18 - Diyardan Diyara, Arif Sağ türküsü), “Dilde gam var şimdilik lütfeyle gelme ey sürur” (s. 40 - Rasih), “Pir Sultan Abdal'ım bu dünya fani/ Veren Allah elbet alır bu canı/ Dostun bir çift sözü üşüttü beni/ Yüce dağ başında buymuşa döndüm.” (s. 49), “Sen Hakka tevekkül kıl/ Tefviz et ve rahat bul/ Sabır eyle ve razı ol/ Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri) gibi.

“Naçizane benim de Ankara üzerine kalem oynatmışlığım vardır. “hastaya ilaç, yolcuya telaş/ milletvekiline maaş, zengine dolaş Ankara/ kültüre seymen, düğüne oyun/ gecekonduya fukara, çocuğa lunapark Ankara.// kimine umut, güzeli soyut/ trafiği boyut, asgari ücrete büyük Ankara/ trene istasyon, otobüse durak/ insana buyruk, bazılarına kuyruk Ankara.// ülkeye baş, yolları taş/ havası talaş, başarıya ulaş Ankara/ yeşili azık, sosyetesi nazik/ yemediğin kazık; Çinçin, Roman, Sincan, Ankara.// Kalede bayrak, yolda uğrak/ memura torpil, Kızılay Ulus Ankara/ kitaba dost, sırta palto/ düşmana korku, milyonlara yaşam Ankara.// yolda taksi, dolmuş da aksi/ rızık ekmek, elbiseye kumaş Ankara./ evde TRT, gazinoda eğlence/ her gün her gece Karşıyaka’da mezar Ankara.//… yaza kavun, kışa simit/ askere silah, kahramana Kazan Ankara.”

Her ne kadar anı ile günlük karıştırılsa da günlüğün gün gün, anı yazısının ise aradan zaman geçtikten sonra yazıldığını biliriz. Türk edebiyatında rûznâmeler, vakayinâmeler, seyahatnâmeler, sefaretnâmeler gibi yazılanları da günlükler olarak değerlendirmemiz mümkündür. Günlükler bütün samimiyetiyle yazarın iç dünyasını görmemizi sağlamaktadır. Yazarın özel hayatı, kırgınlıkları, sıkıntıları, aşkları gibi birçok konuyu günlüklerde görmemiz mümkündür. Günlük yazmak, hayal gücünü uyarıp yenilikçi düşünce yollarını aralayacaktır. Böylelikle insan kendi potansiyelinin farkına varacaktır. Duyguların hem yazılı hale gelmesine hem de duygusal farkındalığı sağlayacaktır. Başka bir cihetten de günlük tutmak, edebiyatın da kapılarını daha çok aralayacaktır.

Zaman zaman günlükler okurum. Günlükleri hem daha öznel hem de daha sevimli, cana yakın bulurum. Yine aynı şekilde bu içten samimi günlükleri; şiir, hatıra ve deneme havasında okudum. Daha çok gür sesli şiirleriyle tanıdığımız Ahmet Doğru hocanın, diğer edebi türlerde ki ürünlerini de gayet başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Günlüklerde yaşanılanlar ve düşünceler açık ve serbest bir şekilde ifade edildiği için makbul olan yazarının ölümünden sonra günlüklerin yayınlanmasıdır. Yazarı hayatta iken yayınlanan günlüklerde bazı kaygılardan dolayı günlük içeriğindeki samimiyet sekteye uğrayabilmektedir. Öyle ya yazarın hayatı, kırılganlıkları, sıkıntıları, aşkları gibi birçok yaşanmışlığı içermektedir. Yine de yazar hiçbir kaygıya mahal vermeden cesaretle, içtenlikle kalemini kullandığını görmekteyiz. İyi okumalar dilerim.


Şair Yazar Dr. Ahmet Doğru kimdir

21 Şubat 1975 Cuma günü Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde dünyaya gözlerini açtı. Dokuz yaşına kadar Ahır Dağının eteklerinde Aksu çayının kıyısında tabiata dair eğitimini aldı, sonra Osmaniye'ye göç edildi. İlk ve orta öğrenimini memleketi Osmaniye’de tamamladı. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Öğretmenliği bölümünden 1998 yılında mezun oldu. Aynı üniversitede Türkçe öğretimi alanında yüksek lisans yaptı. Daha sonra Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesinde Türkçe Eğitimi alanında doktora eğitimini bitirdi. Öğretmenliğe memleketi Osmaniye’de başladı. Halen Osmaniye Şehit Veli Demiryürek Bilim ve Sanat Merkezinde Türk Dili ve Edebiyat Öğretmenliği görevini sürdürmektedir.

Yazmaya Güneysu dergisinde başladı. Dergah, Türk Edebiyatı, Ay Vakti, Eğitim, Çınar, Gümüş Kalem, Su, Ardıç, Berceste, Lika, Künye, Hece Taşları, Devinim... gibi birçok dergide şiirleri ve yazıları yayınlandı. Dergicilikle uğraştı. Çınar dergisinin sanat danışmanlığını, Baykuş Dikey Duruş ve Su Edebiyat dergilerinin editörlüğünü yaptı. Halen Güneysu dergisi editörlüğüne devam etmektedir.

Eserleri:

Ay Adası (Şiir- 2000), Dünya Döngüsü (Şiir- 2012), Aşkın Kaleleri (Şiir - 2014), Yedi Ocak Yangını (Şiir - 2020), Kalemi Pusat Bilmek (Deneme - 2023), Zamanın Fethi (Hikâye - 2023), Koyu Şiirler (Şiir- 2023), Koyu Kıvam (Küçürek Öykü,2025), Ankara Günlüğü (Günlük, 2025) ve Bir An Sonsuzluk (Çağrıntı, 2025).


İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi 
Aralık 2025, sayı 145





1 Aralık 2025 Pazartesi

Gencim Doğruyum Çalışkanım

Gencim Doğruyum Çalışkanım

‎Gençliğe bakışta, farklı kültürel saiklerin ve inanışların etkisi değişkenlik gösterse de ortak olan fizyoloji, adrenalin, tıynet gibi ortak paydaların gerçeğinde de olaylara bakmamız gerekiyor. Bu benzerlikler üzerinden insanlığa dair daha aforistik genellemeler yapabiliriz muhakkak. İnsanın yaşam evrelerinde zorluklar, sıkıntılar olumlu-olumsuz cihetler her daim görülecektir elbette. Hiç kimseyi kendi anlayışımız üzerinden tekfir etme kolaycılığına düşmeden sadece mevcut durumu tespit etme gibi bir değerlendirmemiz ve her yönü ile konuyla şamil çözüm önerilerimiz olmalıdır. Herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi mevzusu, daim hayatiyetini sürdürmelidir. Nasıl ki büyük kardeşleri zaman erken büyütüyorsa, gençlerde hayatı tecrübe ederek, hatalar yaparak olgunluk yaşlarına ulaşacaklardır.
‎Öyle ki gençlik en azından hayattaki dört zenginlikten en az ikisine sahiptirler. Zamansal ve fiziksel zenginliği taşırlar. Statü ve finansal zenginliğin de birer doğal üyesidirler. Bu gençlik evresini, hayatın bir bölümünden ziyade daha çok bir düşünme tarzı olarak da betimleyebiliriz. Olumlu cihette gençlik, elvanlı ve cömert zamanlara şahitlik etse de hormonların fişeklemesiyle heyecan, adrenalin, macera gibi duyular zuhurat halinde de nüksedebilmektedir. Ve kontrol edilmeyi zorunlu kılmaktadır. Gençlerde daha diri olan yaşama sevinci bir taraftan emniyet kemeri gibi hayata daha sağlam bağlayacaktır. Şefkat, merhamet, iyilik gibi olumlu hasletler de paralel kabaracaktır. Bir yerde yaşanılan kimi adrenalin ve heyecanlar daha büyük yanılgıları önleyebilecektir. Mesela yılanlarla iç içe yaşayan kimi coğrafyalarda, çocukların ağızlarına azıcık zehir akıtılır ki bu sayede çocuklar daha ciddi yılan sokmalarına karşı bağışıklık kazanabilsinler. Günümüzde hedonist-seküler hayat direktifleriyle gençlik daha çok tek tip, bireyci ve özgürlük bağımlısı olarak yol almaktadırlar. Dünyadan tamamen tecrit olmak kadar dünya ile mesafeli bir ilişki kuramamakta hüsranlık getirecektir maalesef.
‎Sonuçta bütün bu değerlendirmelerimizin ana teması, bizcil bir yaklaşım çerçevesinde yol alacaktır. Yani başka bir ifade ile gençliği, başkalarının değer terazisine vurmadan ziyade, kendi özgül ağırlığımızla tartmamız daha elzem olacaktır. Buradaki amaç hayatın hiç bir evresini yermek, eleştirmek veya ululamak değil elbette. Bütün gençleri aynı kefeye koyarak enseyi karartmakta doğru olmayacaktır. Ne yaşlıyı eski görmek, ne de gençleri ve çocukları yeni addetmek doğru olmayacaktır. Olsa olsa gençliği daha çok heyecanı ve alışkanlığı zihinsel yetiler üzerinden dumura uğratmamak olmalıdır. Öyle ya gençliğin kıymeti, nedret boyutundadır. Daha çokta hayatın diğer evreleriyle uyum içerisinde bir bütünlük sağlayarak insanlığı yüceltmesi arzu edilir.
İlkay Coşkun
‎Kültür Ajanda Dergisi
‎Aralık 2025, sayı 145

16 Kasım 2025 Pazar

Havanız Olsun

HAVANIZ OLSUN - Emine Türker Özgen /

‎Bir kitabın havasını kokladım ve yazayım istedim. “Her esinti yüzümüze dokunuyor; havanın ezgileri bizi dansa kaldırıyor sanki. “İlkay Coşkun daha kitabın başında havasına sokuyor beni.

‎Önce gönlün havası mı değişir dersiniz, yoksa esen rüzgârlar mı değiştirir bizi? Ya beklediğimiz hava bizi yarı yolda bırakırsa? Yüzyıllardır insanlar, doğanın işaretlerine bakarak yaşamlarını biçimlendirmiştir ya, örnekler vererek anlatır Coşkun. “Kavağın yaprağı aşağıdan dökülürse kış çok olur.”, “Koç ayında soğuk sert olursa, kış uzun sürer.”, “Keçinin pöçü havadaysa yağmaz; aşağıdaysa mutlaka yağar.” Cırcır böceklerinin sesinden, serçelerin yere çöküşüne kadar nice küçük belirtiye anlam yüklenmiştir. Bir bir gösterir olan biteni böyle kitabında.

‎Mevsim geçişlerinin tedirgin eşiğinde, İnsan yaşamını durmadan ilerleyen bir göç hâli olarak görür. Albert Camus’nün o güzel cümlesini sokar aklımıza. “Kışın en karanlık günlerinde öğrendim ki içimde sönmeyen bir yaz mevsimi var.” Mevsimlerin kapıları açılırken, nice söz ve duyguyu da içeri buyur eder. Tıpkı Hıdırellez’in yaz kapısı gibi hepsi de yeryüzüne açılır. Ahh o gökyüzünü bir pamuk şekeri gibi kaplayan güzellikler yok mudur? Onları görürsünüz birden. Dokunmak istersiniz bir çocuğun saflığıyla.

‎“Her şey zıddıyla vardır” der. “Değirmen iki taştan döner; muhabbet iki baştan.” Bir şiirde açarsa çiçek, başka bir dizede kaçmaz mı zemheriden? İl il dolaşır. Sandıklı’da yöre dilinden bir söz bırakır kulağımıza: “Yaz işi, kış düşü boldur.”

‎Yazı, dut ağacının silkelendikçe meyveye duran bereketine benzetir. Guguk kuşlarını dinler; gür yağmurların toprağa kattığı bereketi izler. Yağmurla gelen sözlerle bazen insana tebessüm ettirir eski sözlerle. “Yağmurda düşmanın koyunu, dostun atı satılsın.”

‎Nisan yağmurunu yutan bir yılanın ağzındaki damlanın ya zehre ya da şifaya dönüşebileceğini anlatır okuduklarından, bildiklerinden; gür yağmurlar üzerine konuşurken.

‎Sis ve buz, sabırsız bir kurt gibi yolları yoklarken, ansızın açan güneş bir anda bütün manzarayı kaplar. Deli rüzgâra gelince… Türk, Altay, Tatar, Macar mitolojilerinde rüzgâr tanrısının Yel Ana olduğundan bahseder. Bazı kahramanların rüzgâr çıkaracağına inanan kadim hikâyeleri aktarır. Yunancadaki anemosun “rüzgâr ölçer” kelimesine ilham olmasından, bir İngiliz amiralinin keşfiyle oluşan Beaufort ölçeğinden söz eder; rüzgârın gücünü 12 dereceye ayırdığını, son noktanın kasırga olduğunu anlatır.

‎Rüzgârın dilini çözmeye çalışırken, ozon tabakasını bir muhabbetle anlatır. ”Hani yağmur sonrası alınan güzel bir toprak kokusu vardır. İşte bu kokunun ana kaynağının ozon gazı olduğu söylenir. Aşkın, mutluluğun eşin kaynağı bu koku; yükseklerden, dağlardan yeryüzüne rüzgarlarla gelen ozon gazının kokusuymuş meğer.”

‎Tıpkı Atmosferde bulunan kirli havayı temizleyip yeryüzüne ak pak inerken şaşırtan kar gibi düşlerdiniz şiiriyle bu olayı. “Yağmurdan sonra zamanı gelir, buz çözülür; cemrelerle birlikte erik, kayısı, kiraz çiçeği sarar ortalığı. Bir yeni gelin gibi…”

‎Anlatı boyunca çağlar arasında gidip gelirsiniz. Marcel Proust’u bir ıhlamur ağacının gölgesinde hayal edersiniz; Coşkun, Proust’un havaya dair eserinden bahsederken… Ardından bilimin kapısı aralanır, Biyometeoroloji. insan ruhunun sıcak, soğuk nefeslerine karışan bir bilgi dalı gezinir canlıların arasında. “Gök ağlamayınca yer gülmezmiş,” der bir sözle örnek verir.

‎Doğa Ana’dan yola çıkar; dağlardan geçer, sonunda suya varır. “Sanılanın aksine su, cansız değildir; duyguları algılayan kristallerden oluşur,” der. Her medeniyet suyu başka bir halde karşılar. Kutsal, asi, ölümsüz… Bükülür, kıvrılır, akar; akıl pınarı olur.

‎En soğuk kışları, küçük buzul çağlarını, soğuk yüzünden kırılan orduları yazar. Dünyamızda kayıtlara geçen en sıcak 15 yazdan 14’ü için yirmi birinci yüzyıl başlarında yaşandığından bahseder.

‎ “İyilik de kötülük de bumerang gibidir, mutlaka size geri döner.” ‎Ben, bilmediklerimi öğrendim. Keyifli değil mi ne dersiniz?


‎Emine Türker Özgen

3 Kasım 2025 Pazartesi

Halit Yıldırım'ın Şairliği

Edebiyatçı Kültür İnsanı Halit Yıldırım'ın Şairliği

Edebiyatın birçok türünde, ellinin üzerinde eser neşretmiş olan Şair Yazar Halit Yıldırım Bey'in 2025 itibariyle yedi şiir kitabı bulunmaktadır. Yayın sırasına göre, “Yarına Ağıt Düne Gazel”, “Gökçekimi”, “Aşka Dair”, “Yalancı Bir Baharda Gül Kıyımı”, “Serzeniş Kasidesi”, “Sevdanın Rengi” ve “Namelere Ses Olan Güfteler” şeklinde sıralayabilirim. Yayınlanmayı bekleyen şiir kitapları dosyalarını da bunlara ekler isek şairin, üretkenlik seviyesini görmüş oluruz. Bu yazımda şairin, yayınlanmış şiir kitapları üzerinden şiire ve şaire bakışını ele almak istiyorum izninizle.

Şairin, şiir tekniğinden ziyade daha çok öze, duyguya ve anlama odaklanmak istiyorum. Gerek hece şiirlerinde gerekse de serbest tarzda yazdığı şiirlerde, şairin gelenekten beslenmiş olduğunu öncelikli olarak söyleyebilirim. Gazeller, kasideler, mersiyeler, münâcâatlar, destanlar, hicivler ve divan edebiyatının başka birçok formu şiirlerde yer almaktadır. Bu geleneksel anlayış, Behçet Necatigil’in “Şiir geçmişe atıflarla ilerler” sözünün hakkını vermektedir adeta. Şairin, edebiyat başta olmak üzere dini ve mühendislik eğitimi alması, yazdığı şiirlerine ayrı bir zenginlik katmaktadır. Bu perspektifte şairin şiirlerinde manevi, metafizik bir ileti lirizmle kaynaştırılmış gözüküyor. Bununla beraber şiirlerde daha çok Müslümanca bir bakış resmedilmiş desek yanlış olmayacaktır. Mesela, “Gökçekimi” kitabında yer alan “Uygur Ağıtı” şiirinin son bölümü şu şekildedir; “ne olmalı/ ne olmalı/ Uygur hür olmalı/ sin ve can gibi özgür/ Uygur hür olmalı/ hür!” (s. 63)

Şair Halit Yıldırım, sadece şiir kitapları yazmaz elbette. Aynı zamanda şiire çokça kafa yorar. Şiir üzerine uzun uzun yazıları, söyleşileri ve mülahazaları bulunmaktadır. Çokça şiir kitabı okur, bu şiirler ve şiir kitapları üzerine değerlendirmelerde bulunur. Şiire ve şaire bakışını, yazılarından alıntıladığım birkaç bölümle de olsa buraya taşımak istiyorum. “Şair; yaşadıkları dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayan bir kişi olmak durumundadır ki farkı fark edebilsin. Her şairin eşya ve hadiselere bakış açısı farklıdır. Bu farklılık şiire biraz daha derin bir hava katmakta, onu müphem, esrarengiz bir hale sokmakta... Şiir karşımıza, anlamı kelimelere gizlenmiş, şifrelenmiş bir sandık misali çıkar. Eğer o şifreleri çözecek duyarlılığımız varsa şiirin mana denizine açılabiliriz” Sarih bir şekilde şiire ve şaire bakışını ne güzel özetlemiş değil mi?

Şiirler, masa başı bir edimden çok bir hareket ve iyi bir etnometodoloji ihtiva etmektedir. Bu bağlamda hep söylenegelen “sanat insan içindir” anlayışını benimsemiş bir şair olarak gördüğümü söyleyebilirim. Kökü kadim kültürümüzde ve geleneğimizde olan vicdanlı, haktan yana, müeddep bir anlayışın serimlenmektedir. Denebilir ki şair, kadim kültürle beslenmiş şiirleriyle mazinin, durumun ve hatta itirazların şiirlerini yazmaktadır.

Şair, imge, ahenk-ritim ve şekil perspektifinden şiire bakarak fikriyatını üç sacayağı üzerine oturtur. Âsaf Hâlet Çelebi’den Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’tan Hilmi Yavuz’a varıncaya kadar birçok şair üzerinden şiire bakış ve şiir damarları üzerine değinilerde bulunur. Bu değinilerini, müşahhas (somut) ve mücerred (soyut) şiiri üzerinden, iki koldan ele alır. Mesela, şairin dimağındaki şiir şu şekilde nükseder; “Şiir, insanın kendi iç dünyasındaki teknik bilgi, his ve fikirden oluşan enstrümanların birbiriyle dengeli, muvazeneli bir şekilde dimağa doğru harekete geçmesiyle oluşur” demektedir.

Gerek hece şiirlerinde gerekse aruzlu şiirlerinde ve gerekse serbest tarzda yazdığı şiirlerde uyumlu bir müzikalite kendisini hissettirmekte, şiirlerine ahenk ve lirizm katmaktadır. Başka bir ifade ile şiirlerde ses uyumu ve asonanslar kendisine bolca yer bulmaktadır. Mesela, “Aşka Dair” kitabında yer alan “Kahır” şiirinin bir bölümü şu şekildedir. “Hangi tabip çare bulur söyle bu derde/ Hangi hekim olur Lokman/ Hangi ilaç dindirir acımı/ Hangi ağudadır derman/ Of aman/ Of aman” Bu serbest tarzda yazılmış şiirde olduğu gibi ses uyumu, ahenk ve iç kafiye kendisini hissettirip, okurun kulaklarında güzel bir melodi bırakıyor.

Klasik şiirimizde kullanılan “Leyla-Mecnun, Züleyha, Ferhat ile Şirin, Zümrüdüanka, Kaf Dağı, Zemzem” gibi kültür aktarımlarının yanında, “gayya kuyusu, Kenan ili, ba'sü ba'del-mevt (öldükten sonra dirilme), elestü bi-Rabbiküm (ben sizin Rabbimiz değil miyim?.), küntü kenzen (anlam ve varlık bilgisi), belalı aşka düşmek, bezm-i elest” gibi dini ve felsefi yaklaşımlar da şiirlerle buluşturulmaktadır. Başka bir ifadeyle klasik halk şiirimizde yeri olan birçok olgu, benzetme ve metafor şiirlerde yer almaktadır. Bu bütünlük içerisinde, bir kültür ve medeniyet olgusu taşınmaktadır desek yerinde olacaktır. Bütün bunlar, insani hassasiyetin, duyguların ve hatta öfkenin samimi olduğu bir tavırla işlenmektedir. Ne elitiz mi ne de kapitaliz mi taşımayan bir Anadolulu tavrıdır bu.

Şair, okurun zaman zaman sözlüğe başvurmasını da ister. Kullanılan bu kelimeler şiirlere derinlikle beraber farklı farklı anlamlar da yüklemektedir. Şiirlerde dikkatimi çeken kelimelerin bazıları ve ilk anlamları şu şekildedir; “Gayya (cehennemde bir kuyu), muallakat-ı seb’a (Yedi Askı, İslamiyet’ten önceki Kâbe duvarlarına asılan Arap şiiri), iştiha (arzu), Marasanta (Kızılırmak anlamında), meddücezir (gel-git olayı), peyk (uydu), musahhar (bağımlı olan), tazarru (yalvarma, yakarma), erkete (gözcü), mehcur (ayrılmış, uzaklaşmış), mefluç (felçli, inmeli), remil (kum), bezm-i harâb (sarhoş toplantısı), mâsivâ (dünyalık boş şeyler), kil-u kâl (dedi kodu), tarik-i esrar (sırlı yol), kenz-i mahfi (gizli hazine), küşüm (endişe), hars (kültür), cünun (delirme), gayur (çalışkan), reaya (yönetilen), kuz (güneş almayan yer), encam (işin sonu), natık (düşünen), zebun (güçsüz, zayıf), şuh (canlı, neşeli), şelek (sırtta taşınan yük)” gibi. Daha çok İslami literatürde geçen bu kelimeler, şiirlerde yer yer ve kıvamında misafir edilmektedir. Bu kadar farklı kelime ve benzetmelere rağmen anlatımın açık ve anlaşılabilir olduğunun da notunu burada düşmek istiyorum.

Şair özellikle şiirlerdeki tema üzerinden Müslümanca bir bakışla çağın ruhuna ses olmaktadır. “Gazze, Mavi Marmara, Mescidi Aksa, Filistin, Kerbelâ, Arakan, Karabağ, Halep, Keşmir, Doğu Türkistan, Çanakkale, Adnan Menderes, Eren Bülbül, Muhsin Yazıcıoğlu” gibi birçok değerin şiirlere misafir edilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu gibi hüzünlü şiirlerle şair, Müslüman Türk coğrafyasının acılarını yumru gibi yüreğinde hissetmektedir. Şairin şiirlerinde yer yer melankolik bir ses duyulsa da hakikate muttali ve kadim değerlerimizle mücehhez şiirler daha fazla yer almaktadır. Ruh derinliği ve duygu yoğunluğu ile beraber yürek cezvesinden taşan aşk şiirlerinin yanında daha çok murabıt bir dil kullanılmaktadır.

Öz olarak, sözün darasını ve kabasını alıp da söylersek; Halit Yıldırım’ın şiirleri, tema ve motif olarak insani bir duruşu sergilemektedir. Bireysel ve toplumsal duyarlılıkta temler içermektedir. Şairin bütün şiir kitaplarında kadim kültürümüzden, Türk-İslam anlayışımızdan gelen hikmet yüklü şiirler okudum. Türk-İslam diyalektiği şiirleştirilmiş gözüküyor. Türk-İslam coğrafyasının yaşadığı sorunlara kalem olmuş, adına ‘dünya sistemi’ ve ‘kapitalist düzen’ denilen evrensel yapılanmalara karşı hep bir karşı duruş taşınıyor. Mana ve maneviyat olgusuyla beraber, medeniyet olgusuna yeni bir tuğla böylelikle konulmaktadır diyebilirim.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Kasım 2025, sayı 144




Savaşın Çocukları

Savaşın Çocukları

Bugünün Müslüman ve Türk coğrafyasının önemli bir bölümünde dünyanın muhaciri ve çevrenin yabancısı çocuklarımız çokça bulunmakta. Daha iyi yarınlara büyümeyi bekleyen boynu muskalı güzel çocuklar bunlar. Gazze, Filistin, Doğu Türkistan başta olmak üzere gönül coğrafyamız savaşlarla ve zulümlerle boğuşmakta. Bu olumsuz ahval ve şerait içerisinde çocukların bedenlerine, kalplerine hücum eden hezârân yükler çok ağır gelmekte. Bu konu dahilinde sadece mevcut durumu ortaya koymak, durum tespitinde bulunmak yetmiyor. En önemlisi neler yapılması gerektiğinin üzerinde kafa yormamız ve harekette olmamız gerekiyor. Ukrayna gibi gönül coğrafyamızın dışında da çocuklar savaşlarla yüz yüze kalmaktadırlar. Hatta çağımızın dünyasında avantajlı durumda olan bütün çocuklar şâd-u hürrem değiller elbette. Hepsinin türlü türlü sıkıntıları ve zorlukları vardır.

Burası dünya, tekin bir yer değil elbette. Acının ön yüzünde hep çocuklar varken, geleceğin büyüklerine bugünden daha fazla üzerinde durulması gerekiyor. Kendi ülkemizde dahi çocuklarımız arasında imkân eşitsizliği ve uçurumları varken bu dengeyi sağlamak çokta kolay olmayacaktır. Dezavantajlı olan çocuklar içerisindeki cevherleri fark edip önlerini açmamız ve vatana millete faydalarını görmemiz gerekiyor. Bu dengesizlik, Müslüman ve gayri Müslimler arasında olduğu gibi mağriple ile maşrık arasında da hep ola gelmekte ve bu fark kapatılamamaktadır ne yazık ki. Eşit olmayan bu imkânlar gibi başka başka sorunlarımız da yok değil. Bu dezavantajlı durumlar karşısında gençlerimizin daha çok çalışması ve gayret göstermeleri gerekiyor. Avantajlı olanın bir adımına karşılık bizim gençlerimiz iki, üç adım atması yani çok çalışmaları gerekiyor.

Biz Müslümanlar ve Türkler; tarihimizden, kadim medeniyetimizden alacağımız güçle birlikte, emperyalist kültür tozlarından silkelenip bize özgü çözümler üretmeliyiz. Hazcı, behemî bir galebe hırsı maalesef ki dünyamıza hâkim durumda. Bunlar gibi süreğen anlayışlarla mücadele edip aynı zamanda dillerimizle ve gönüllerimizle ilenç olmalıyız. Bu tekdüze, sadece kendine steril hayat anlayışlarının karşısında çağımıza, manevi ve ahlaki tavırlı gençleri örneklendirip geleceğe armağan etmeliyiz. Başka bir taraftan, özellikle savaşların dışında olan çocuklarımızın önemli bir kısmının elinde internet, tablet, cep telefonu, bağımlılık yapan sanal oyunlar gibi büyük oyalayıcılar bulunmaktadır. Tavrım internet ve bilgisayara karşı bir tutum değil elbette. Daha çok olumsuz, uzun süreli kullanımlara yöneliktir. Genellikle çocuklarımızın yeteneklerini körelten böyle bir küresel sorunsalla karşı karşıya bulunmaktayız.

Günümüzde balkon, pencere yalnızı insanlarını gördükçe çocukların o güzel hayat gülücüklerini ve cıvıltılarını kimler aramaz ki? Çocukluğun bütün saf hallerini bırakıp zamanla büyüyecekler ve maalesef ki umut gibi azalmaya başlayıp kirlenecekler. Bizler de siyatikli bacaklarımızla yaşlanırken, bu durumdan ıstırap duyacağız. Hayat, defter süsleri gibi tozpembe olmasa da her çocuk pirüpaktır elbette. Bu saf hali, dünyanın kirlerinden uzakta tutup daha iyi günlere taşımakla mümkün olacaktır. Rüyaları, masalları ve oyunları taşıyan güzel bir çocuklukta yetişmiş, dürüstlük, hak adalet üzre ahlaklı ve çalışkan iyi bir nesle ihtiyacımız var elbette. Bizim için yaşamdan süzülmüş geniş bir tecrübe, tanıklık, insanı okuyan hasletler ve gayretler ile beraber bu sıkıntılar azaltılabilecektir muhakkak. Kaşgarlı Mahmut'un, “tay at olunca at dinlenir, çocuk adam olunca ata dinlenir” demesi gibi kaygımız ve kavgamız bayrağı gönül rahatlığıyla teslim edebilmekte olmalıdır. Görevimizi yapmanın rahatlığında, çocuklarımızı bugünden daha güzel geleceklere emanet etmeliyiz. Öyle ya hayatın yanında vicdanlı bir şekilde uyuyabilmek bunu gerektirir.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Kasım 2025, sayı 144



31 Ekim 2025 Cuma

Küresel İklim Değişimi

Küresel İklim Değişimi
-Tehditler ve Çözümler-

“Küresel İklim Değişimi –Tehditler ve Çözümler” Yazar Mahmut Kayhan’ın, Eylül 2025 tarihinde, KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu araştırma-inceleme türündeki yeni kitabıdır. Eser, otuz ana başlık ve yetmişin üzerinde yazıyla, yüz doksan altı sayfa hacmindedir. Yazar, bu çalışmasıyla son yıllarda daha çok gündemde olan küresel iklim değişikliği sorunsalı hakkında yapılması gerekenlere dikkat çekmekte, farkındalık oluşturarak, öneri ve tespitlerde bulunmaktadır. Hayat için gerekli olan hava başta olmak üzere su ve toprak üzerinde daha çok durulmaktadır. Öyle ya hava olmadan en fazla birkaç dakika, su olmadan üç dört gün, toprağı temsil eden gıda olmadan da yedi veya biraz daha fazla gün yaşayabiliyoruz ancak. Anlatım olarak da edebi üsluptan daha çok yalın, anlaşılır ve gayeli bir dille yol alınmaktadır. İlgili konunun anlaşılabilmesi açısından etraflıca bir değini de bulunularak, adım adım sarih bir anlatım tercih edilmiştir.

Küresel iklim değişimi konu başlıklarına bir göz atacak olursak; “İklimdeki bozulma, sıcaklık artışı, buzulların erimesi, okyanus akıntıları, tropikal kasırgalar, El Nino, La Nino, barajların yerel iklim üzerindeki etkisi, ani su baskınları, iklimin sosyo-ekonomik etkisi, meteorolojik konfor, meteorolojik uyarılar, kentsel ısı adası” gibi en azından bir kısmını sıralayabilirim. Bunların yanında, iklim güvenliği konusu, enerji taleplerinin karşılanması, halk sağlığı, ulaşım sorunları, ağro (tarım) meteorolojisi, albedo, güneş radyasyonu, iklim ve sigortacılık gibi birçok konuyu da bunlara dâhil edebiliriz.

Her ne kadar küresel iklim değişikliği konusunda sıcaklık artışları daha ön planda gibi gözükse de havanın kimyasal yapısının bozulması ile yaşanan olumsuzluklar ve doğal afetler de öncelikli sırada rol oynamaktadır. Fosil atıklar ve başka etkenler nedeniyle artan karbondioksit oranının zararlı etkilerinin yanında metan gazı artışı da dikkat çekmektedir. Öyle ki metan gazı karbondioksitin yirmi katı kadar daha güçlü havayı ısıtma potansiyeline sahiptir. Mesela bir kilogram metan gazı salınması 84 kg. karbondioksitin emisyonu ile eşdeğerdir. (S. 27) Mesela karbondioksitin atmosferde 150-300 yıl boyunca kalabilmesine karşılık metan gazı atmosferde 10-15 yıl civarında kalabilmektedir. Bu da metan gazı artışıyla mücadele de bir öncelik sırası vermektedir diyebiliriz. Başka bir ifadeyle iklim değişikliğiyle mücadele noktasında, metan gazı miktarının düşürülmesi daha hızlı ve daha öncelikli katkısını sunacaktır.

Dünya iklim deseninde önemli bir rol üstlenen tropikal kasırgalar, El Nino, La Nino, Muson yağmurları gibi küresel etkisi çok büyük olan etmenleri sıralayabiliriz. Hatta Güney Amerika Kıtası’nın beşte ikisini kaplayan karbon yutağı olan yağmur ormanlarını da bunlara dâhil edebiliriz. Bütün ormanlar ve yer şekilleri kendilerine özgü flora ve fauna özellikleri cihetiyle iklime her zaman etki ettikleri muhakkak. Dünya üzeri atmosferde hareketli sistemler olarak, Sibirya Yüksek Basınç Merkezi, Azor Yüksek Basınç Merkezi, İzlanda Alçak Basınç Merkezi ve Basra Alçak Basınç merkezleri de hava tahmini, yağış ve diğer parametreler noktasında bizlere fikirler vermektedir. El Nino; Pasifik Okyanusunun tropik doğu bölgelerinde görülen yüksek dereceli okyanus yüzey sıcaklığıdır. La Nino’da, yine Pasifik Okyanusu’nun Orta Amerika tarafında görülen soğuk okyanus sıcaklığıdır. Bunlarla beraber, okyanuslardaki sıcak su akıntıları (Gulf-Stream), Labrador (Soğuk su akıntısı – Atlas Okyanusu) ve bunların tersi Güney yarımküredeki okyanus akıntılarına da ayrı ayrı değinilerde bulunulmaktadır. Gulf-Stream; Ekvator bölgesindeki sıcak su kütlesinin Atlas Okyanusunun kuzeydoğu kesimlerine yani İngiltere açıklarına ulaşması ve bu durumun iklime etkisi irdelenmektedir. Labrador ise tersi istikamette yani Grönland bölgesinden güneye doğru soğuk su akıntısına karşılık gelmektedir. Bütün bu akıntılar küresel iklimi belirleyici ayaklarından olduğunu söylesek yanlış olmayacaktır.

Bunların devamında rüzgâr ve yağış konusuna geniş bir yer ayrılmış. Rüzgârın olumlu etkisinden ziyade yıkıcı yönü daha çok ele alınmaktadır. Son yıllarda dünyada meydana gelen tüm afetlerin yaklaşık üçte ikisinin meteorolojik kökenli olduğunu düşünürsek olayın ehemmiyetini daha iyi kavramış oluyoruz. Küresel iklim değişikliği noktasında tropikal kasırgaların etkisi büyüktür elbette. Beaufort ölçeğine göre 119 km’den fazla ve dönerek esen rüzgâra kasırga dendiğini biliyoruz. Etkili olan bu rüzgârın helezonik hareketinin kuzey yarım kürede saat ibresinin tersi istikametindeyken, güney yarım kürede ise saat ibreti istikametinde yol almaktadır. Bu etkili rüzgârların ülkemize etkileri yanında bizi direkt etkileyen lodos, ağ yel, kıble, poyraz, karayel gibi diğer birçok rüzgâr çeşidini de bunlara dâhil edebiliriz.

İklim değişikliğinde, sıcaklık artışıyla beraber yağışın azalması ve yağış dağılımındaki farklılaşmalar dengeleri alt üst etmektedir. Doğanın sevinç gözyaşları olan yağmur, kar, dolu, çiy, kırağı gibi hidro-meteorlar üzerinden mevcut durum analizleri yapılmaktadır. Bu noktada ani su baskınları, şehir selleri, drenaj taşkınları, ani kar erimesi gibi ek konular da afet düzeyinde ele alınmaktadır. Aşırı yağış tahminlerinde aşırı yağışa bağlı olarak ani gelişen debili ve kontrolsüz su akışlarının neden olduğu can ve mal kayıplarının minimize edilmesi amaçlanmaktadır. Yağmurun yağması güzel ama seli daha da çok uyandırmamak için alınacak tedbirlerle yağışın yıkıcılığını azaltmak gerekiyor. Toprak altında saklanan kimyasalların ortaya çıkmasına sebep olan sellerin bu yıkıcılığını da hep göz ardı ediyoruz maalesef. Bununla birlikte kuraklıkla mücadele noktasında yağmur suyu hasadının yapılması, buharlaşmayı azaltıcı kimi tedbirler, kimi sucul bitkilerin yetiştirilmesinden vaz geçilmesi gibi konularda da çarpıcı örnekler verilmektedir. Mesela suyun, yüzde sekseninin buharlaşma ile kaybedildiği öğle saatlerde sulama yapılmaması gerektiğinin notu düşülmektedir. “Yer altı su rezervleri sürekli izlenmeli ve belirli izinler dâhilinde sınırlı bir miktarın kullanımına izin verilmelidir. Kullanılacak kısmın oranı yıllık yağış rejimine bağlı olarak kendini telafi edebilecek oranların üzerinde olmamalıdır.” (s. 148)

Yüzde 71’i suyla kaplı gezegenimizde sadece yüzde üç tatlı su bulunmaktadır. Bu tatlı suyun da yüzde 70-80’ini gıda üretiminde ve tarımda kullanıyoruz. Bununda sadece yüzde birinin ulaşılabilir su olduğunu ve su fakiri bir ülke olduğumuzu da düşünürsek kullandığımız suyun kıymeti daha önem kazanmaktadır. Teorik başka bir bilgiyi de paylaşmak istiyorum; meteorolojik kuraklık tanımı olarak, yağmursuz geçen 14 ve fazlası gün süre sonunda başladığı kabul edilmektedir. Buharlaşma noktasında da suyun sıcaklığını artırmayacak şekilde göl gibi su yüzeylerine güneş panelleri döşeyerek azda olsa buharlaşma engellenebilir. Bu işin sağlık ciheti de her zaman vardır elbet. “Örneğin nemli havanın, romatizma hastalıklarında soğuk havanın kalp rahatsızlıklarında ve kuru havanın astım rahatsızlıklarında olumsuz anlamda etkili olduğunu söyleyebiliriz” (s. 149)

Kitapta, Afrikalı sporcuların maraton koşularında neden daha çok başarılı oldukları da hava basıncı üzerinden açıklanmaktadır. Afrika gibi havanın sıcak ve basıncın düşük olduğu yerlerde hava yoğunluğu daha düşük olduğu için burada yaşayan insanlar oksijen ihtiyaçlarını daha kolay karşılamaktadırlar. Bir diğer ifade ile bu özellik dolayısıyla daha az enerjiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bir bölge de basınç yüksek ve hava sıcaklığı düşükse havanın yoğunluğu da yüksektir. Basınç düşük ve hava sıcaklığı yüksek ise havanın yoğunluğu düşük olur. Bunlarla birlikte, su buharı içinde buna benzer bir durum vardır. Aynı sıcaklık ve basınç altında havada ne kadar su buharı varsa hava o kadar az yoğundur. Atmosfer basıncı yükseklikle birlikte azalmaktadır. Aynı zamanda yerçekimi nedeniyle yere yakın seviyelerde gaz yoğunluğu da artmaktadır. Yani havanın içindeki su buharı arttıkça havanın yoğunluğu azalacaktır. Su buharının yoğunluğu havadan daha az olduğu için su buharı atmosferin üst seviyelerine doğru hareket edecek. Ve böylece yoğunlaşmayla bulut ve hidrolojik döngü oluşacaktır.

Gerek meteoroloji eğitimi almış gerekse de hayatını bu meslekten idame ettiren birisi olarak mesleğimle alakalı bilimsel çalışmalar, -astronomiyi de buna dâhil edersek- hep dikkatimi celp etmiştir. Kitapta yer alan ve bilimsel bir altlığı da olan bazı tespitleri buraya taşımak istiyorum izninizle. “En az otuz yıl ve üstü zaman diliminde bir bölgede görülen ortalama meteorolojik koşullara bölgesel iklim diyoruz”, “Karbondioksitin (O2), miktarının artması sıcaklığı artırıcı, azalması ise sıcaklığı düşürücü bir etki yapmaktadır” Ozon gazının oluşumu şu şekilde özetlenmiştir. “Oksijen gazı (O2), güneşten gelen mor ötesi zararlı (ultraviyole) ışınlarının etkisiyle Ozon (O3)’e dönüşmektedir. Ozon gazının diğer gazlardan ayıran en önemli özelliği ise jelimsi yapısıyla, dünyamıza zararları ışınların ulaşmasını engellemektedir. Paleo Klimatolojinin ne olduğuna bir bakalım. “Kayaç değişimleri, çökeltiler, sondaj karotları, buzul katmanlarından alınan örnekler ve ağaç halkalarındaki değişiklikler incelenerek bazı sonuçlara ulaşmayı içermektedir. Mesela kar ve buzul içerisinde binlerce yıl hapsolmuş havanın dahi incelemeye alınması paleo klimatolojinin ilgi alanlarındandır. Son olarak çok duyduğumuz Kyoto Protokolünün kısa bir tarihine bakalım. Kyoto Protokolü 1997 yılında kabul edilmiş ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Biz de ülke olarak 26 Ağustos 2009 tarihinde protokolü imzalayarak taraf olmuşuz.

Son tahlilde, iklim değişikliği ile mücadele de hızlı yol kat edilmesine, etkilerinin azaltılmasına yönelik çalışmalar ve alınması gereken tedbirleri içeren güzel bir kitap okudum. 2008’den bu yana iklim değişikliğinin 22 milyon üzeri iklim mültecisi üretmiş olduğunu düşünürsek durumun vahametini ve boyutlarını daha iyi kavramış olacağız. Konu dâhilinde bilimsel anlatımın yanında gerekli olan uyarılar, alınması gereken tedbirler, çevre şuuru-bilinci, pastoral-hümanizm incelik ve yurtsama yer almaktadır. Özellikle yaşadığımız çağda zaman denen hoyrat aceleciyle beraber çokça çeldirici bizleri daha fazla tüketmeye yönlendiriyor maalesef. Bu kadar hızlı ve kötü gidişatın devamında, gelecek nesiller inşallah cehennem yüzyılını yaşamazlar umarım. Bu kadar olumsuz gidişatın karşısında, set olmuş karşı duruşlarda yok değil elbette ama daha muhkem bir duruş sergilememiz gerekiyor. Küresel iklim değişimi ve çevre sorunları konusunda geleceğe yönelik çok çeşitli senaryolar olsa da insanlığın en kötü senaryoları düşünüp tedbirler almaktan başka da bir çıkış yol yok. Bütün yaşanan sıkıntılar, zorluklar bize gösteriyor ki acının önündeki her yara gibi örseleniyor dünyamız maalesef. Yeter ki dünya, insanları ve bütün canlıları kanadından vurulmuş kuşlar gibi bırakmasın. Velhasıl, iklim değişikliği ve çevre konusunda duyarlı hatta dertli olmalıyız. Yoksa gönlü denizde olmayanın derdi de sahil de olmayacaktır. Âşık Veysel’in, “Anlatamam derdimi dertsiz insana” dediği gibi derdimizi anlatabileceğimiz birçok devlet ve çokça insan bulmalıyız. Biz yine anlatımımızı, anlamlı güzel bir sözle nihayetlendirelim. “Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık”

İlkay Coşkun
Güneysu Dergisi
Sayı 137, Güz 2025


6 Ekim 2025 Pazartesi

Bahtiyar Yokuşu

“Bahtiyar Yokuşu”nun Bir Döneme Tanıklığı

‎“Bahtiyar Yokuşu” Yazar Ahmet Şevki Şakalar'ın Eylül 2024'te okurlarıyla buluşturduğu dördüncü kitabıdır. Daha çok öykü üzerinde yol alan yazarın bu öykü kitabı, Uzam Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturulmuş. On beş öykünün yer aldığı kitap, yüz on iki sayfa hacmindedir. Yazar kitabını, “bu dünyaya ait olmayan, alışamayan adama, babama...” şeklinde, babasına atfettiğini öğreniyoruz. Öykülerin anlatıcısı aynı zamanda öykülerin başkahramanı, yazarın bilakis kendisi olduğunu düşünüyorum. Başka bir ifadeyle yazarın sesinin ve görüntüsünün hissedildiği birinci tekil şahıs üzerinden bir anlatım kendisine daha çok yer buluyor diyebiliriz. Bu anlatım tarzı içeri’den bir samimiyetle ve duygudaşlıkla okura içten gelmektedir.

‎Öykü içeriğine geniş bir çerçeveden bakacak olursak; aile başta olmak üzere, anne, baba, kardeş ve arkadaş olguları kendisini daha çok hissettiriyor. Köy kır yaşamı, köyden, kasaba ve şehre gidişler, sokak, mahalle hastane, yolculuk halleri, aşk kırıntıları, erken büyümek durumunda kalmış çocuklar ve bu çocukların ilk gençlik zamanları şeklinde uzunca bir liste yapabiliriz. Öykülerde gerek çocukluk gerekse de sonrası dönemler belli bir zamana şahitlik edercesine işlenmektedir. Çocukluk dönemlerinin güzellikleri ve zor şartları da bunlara dâhildir. Bu şekilde zamanın ruhu en canlı şekilde yaşanmaktadır. Bunlarla birlikte gökçek umutlar, bağdaştırmalar ve elbette ki hüzün... Şehre göçmüş çoğu Anadolu insanının retrospektif hafızasında olan anılardan bir kesit sunuluyor diyebiliriz. Çocukluktan sonraki öykü anlatımlarında avokado, kivi, zincir marketler, molla Gogıl, covid 19, Müge Anlı gibi isimler de bu günlerin öyküleri olduğunun işaretleri vermektedir.

‎Öykü yazım tekniğinin imkânlarından bolca faydalanıldığını söyleyebiliriz. Köy edebiyatı kapanına kıstırılmamış bir yöntem ve tarz benimsenmiş. Öykülerin belli bir zaman sürecinde yol alması, öykülerin birbiriyle ünsiyet halinde olması, bir romanın bölümleri şeklinde düşünülmesine imkân vermektedir. Öykülerde kurmacadan daha ziyade yaşanmış gerçekliklerin rayihaları taşınmaktadır. Bu bağlamda öykülerin gelenekten beslenmiş olduğunu söylesek yeridir. Batıcı anlayışlara öykünmeyen, kendi toprağımızın meyvesi, kendi kadim medeniyetimizin ürünü, kendi sesimizin yansımalarıdır. Modernizenin dayattığı Godot'u yaşatma çaba ve empozesine inat, özümüzde olan ve hep yaşayan Hızır'ı diri tutmanın bir örneği gibi düşünebiliriz. Ek olarak, öykülerde mizahi ve ironik bir tarzda geliştirilmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela bu günün hayatında yeri olan NLP, kişisel gelişim, hayat koçluğu gibi olguların tiye alınması bunlardan sadece birisidir.

‎Öykülerdeki kahramanlar, başkarakterle beraber tipik gündelik hayatta karşılığı olan kişiliklerdir. Erdemli, onurlu ve kanaatkâr karakterlerdir. Arı duru essah bir anlatım eşliğinde… Öykülerde yer alan belli başlı kahraman karakterlere bir bakacak olursak; “Ersoy, Zeynel Emmi, sınıf arkadaşı Tamer, İngilizce okutmanı İsmet Bey, Nuran Hoca, İsmail, Yasef, Siyami Bey, Gara Hüseyin, Zeliha, Hacer, Nazife, Muhsin Bey, Dağlı Mustafa. Devamında Kaptan Şaban, Dilfez, İmdat, Muharrem, Ciritçi Abdullah, Gülbeyaz, Dr. Emre Bey, Özden Abla, Halil Ağa” gibi bazı isimleri sıralayabilirim.

‎Bu öykülerde bolca alıntı ve kavramlara başvurulmuştur. Ulusal ve uluslararası söz varlığından faydalanılmaktadır. Mesela çocukluğun, yaşanılacak en büyük rüya olduğu tanımlaması yapılır. (s. 19) Başka bir yerde anne-ana olmak şu şekilde ele alınır: “Analık biraz utanmak, biraz adanmak, birazda yarasını saklamak, birazda susmak, ağlamak.”...“Suskunluğu durgun bir deniz, ağlaması içten yanan harman öbeğidir. Analık, olmuşluğun teslimiyeti, solmuşluğun susuz toprağıdır” (s. 12) şeklinde uzunca bir betimlemedir. Başka örnekler şu şekildedir. “Bidayeti olan her şeyin bir nihayeti vardır” (s. 19), “Düşmana şemsiye tutan, fırtınayı da düşünmeli” (s. 45), “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını sallar”, “Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür” (s. 71), “Gezen tilki, yatan aslandan yeğdir” (s. 92) Aynı zamanda bazı öykülerin “Ömer Faruk Aslantürk, Muhsin Ertuğrul Kemikli, Abdullah İpek” gibi isimlere atfedildiğini de görmekteyiz.

‎Öyküler; daha çok yazarın doğduğu ve vakitlendiği yerler olan Maraş ve Bursa’da geçmektedir. Maraş, Bursa, Ulu Cami, Şeyh Adil, Salavan Dağı, Ahır Dağı gibi birçok yer ismi okuru karşılamaktadır. “Fuzulî, Sümmânî Baba, Âşık Fakir, Kemalettin Kamu, Cemal Süreya, Neşet Ertaş, Mahzunî, Abdurrahim Karakoç, Sezai Karakoç ve Yavuz Bülent Bakiler” gibi değerlerimizin birtakım sözleri ve deyişleri de yer almaktadır. “Ağlarım aklıma geldikçe gülüşlerimiz” (Cemal Süreya s. 60), “Gözlerin yine öyle bir bilinmez renkteydi, gözlerin gözlerimde erimekteydi” (Yavuz Bülent Bakiler, s. 57) Gibi. Okur, öykülerde özellikle Maraş'a ait yöresel bazı dil ve kültür değerlerine de yer vermektedir. İnsanın içini temizleyen keçi yoğurduna ‘ağartı’ demesi bunlardan sadece birisidir. İşi gücü bırakıp gezmeye gidenlere ‘arsızlığa gitti’ denir mesela. Maraş’ta siteyşın Toros'un bagajına yöresel olarak ‘kuzuluk’ denir. Başka bir örnek; “portakal, armut ve elma gibi meyveleri kabuğunu koparmadan soyanlar rüyasında gördükleri en güzel kızla evlenirler” (s. 63) şeklinde olan inanış gibi.

‎Son olarak, sevgi ve merhamet nehrini yüreğinde taşıyan kadim medeniyete sahip Anadolu insanımızın bunlar gibi daha nice güzel öyküleri vardır. Arif olan insanların izinde böyle güzel öyküler daha da çoğalacaktır. Bu yaşam felsefesi, kötülüklerin igvasından uzak ve hayata sabitkadem bakabilmekle ancak mümkün olacaktır. Zorluklarla mücadeleyle azmimizi diri tutup enseyi karartmamamız gerekiyor. Bir taraftan zorluklarla iç içe yaşıyor olmamız insanımızı daha da pişirmektedir. İnsan kaynağımız bizim en nadide zenginliğimiz olmaya devam edecektir. Mamafih, yaşamın içinden, mazinin ve hafızanın sisinde boğulmamış capcanlı, duygu yüklü güzel öyküler okudum. Eskilerin, zarf başka mazruf başka dedikleri ve “bir ben vardır bende, benden içeru” türünden farklı farklı durumlarda yok değil elbette. Sonuçta, bu öykülerde olduğu gibi testinin içinde ne varsa dışına da o taşmaktadır.

‎Ahmet Şevki Şakalar

‎1976 Kahramanmaraş/Elbistan doğumlu. İlkokulu Ekinözü'nde, ortaokul ve liseyi Elbistan'da bitirdi. İlk şiiri "Elbistan'ın Sesi" gazetesinde yayımlandı. Liseden sonra bir grup arkadaşıyla "Tebessüm" dergisini çıkardı (2 sayı). Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği mezunu. Üniversite yıllarında "Kırlangıç" dergisini çıkardı (4 sayı). Üniversiteden sonra Kahramanmaraş merkezli "Ökkeş'in Heybesi" e-dergisini çıkardı (5 sayı). Öykü, deneme ve şiirleri Polemik, Uzunçarşı, Ardıç, Açıkkara, Yarpuz, Aydos, Teferrüc, Derkenar, Çâre, Yolcu, Butimar, Edebiyat Ortamı, Bir Nokta, Şiar, Söğüt, Yitiksöz ve Evelahir dergilerinde yayımlandı. Bursa'da yaşıyor.

Yayımlanmış Eserleri:

‎Kayıp Kişilikler Parkı (Öykü-2016)
‎Taş ve Öfke (Deneme-2020)
‎Sevda Durağı (Öykü-2020)
‎Bahtiyar Yokuşu (Öykü-2024)

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 143, Ekim 2025





İki Elin Sesi

İki Elin Sesi

‎Birlik

‎Birlikten - beraberlikten rahmet ve bereket doğar. Eksile eksile küçülmeye yüz tutan insanın büyümesine, gelişmesine lokomotif etkisi yapan en önemli değerlerden birisidir birlik. Birliktelik, bütün saikleriyle beraber parça parça yerine konulup tamama ulaşılacaktır. Karmaşaya curcunaya mahal vermeme boyutunda ve irileşme arzusunca, birlikten dirlik doğacaktır. İrilik, yaraları sağaltıp felaha kapı açacaktır. Hani hep doğulu kardeşlerimizin, birlik beraberlik içerisinde, birbirlerine tutunarak, evlerini ayırmayarak büyüdüklerini, zenginleştiklerini örneklendiririz ya. Biz de en ufak özgürlüklerimize taviz göstermeden gıpta ile bakarız bütün bunlara. Atalarımızın dediği gibi birliğin bulunduğu yere dirlikte gelecektir. Hayata bütünlük ve pastel renkler bırakmak böyle birlikteliklerle mümkün olacaktır. Elbette beklenen gün gelecek ve çekilen çile de kutsal olacaktır.

‎Haklılık

‎Günümüzde en fazla büyüttüğümüz anlayışlardan birisi de “Kötünün İyisi” anlayışı olsa gerek. “İyinin Daha İyisi”ni oluşturmak, idame ettirmek, yaşatmak varken… Bilmezler ki gerçek manada güçlü olmak için haklı olmakta gerekiyor. Haklılığı göz ardı ederek, güçlünün yanında konumlanmak ne güçlülüktür ne de adamlık. Olsa olsa yağmur nereden yağıyorsa tarlayı oraya taşımak gibi bir şeydir. Hep bir sarmal hep bir dilemmadır. Kötü bir menfaatperestliktir de. Matah ve motto yaklaşımların ayyuka çıktığı günümüz keşmekeşliğinde sadece maslahatgüzarlık yapmakla olunamayacağını da bilmemiz gerekiyor. Bunlarla ilgili can alıcı örneklerim var ama yazı yön değiştirmesin diye geçiyorum. Velhasıl belki de topluma yön verecek; hikmet ve murabıt ehli insanların yokluğundan veya azlığından yaşanıyor bütün bunlar olmalı kim bilir.

‎Özgürlük

‎Son asrımızda pompalanan, kendi özgürlüğünün esiri olma hastalığı bütün yıkıcılığını kuşanmış durumda. Gerek aidiyet duygusu gerekse de millet periferisindeki birliktelik duygusu örselendikçe örselenmekte. Düzensiz bir göçmen gibi dört bir tarafa savrulmuşken kendi özgürlüğümüze toz kondurmayıp dövüşkenliğimize devam ediyoruz. Bahsettiğim, arzu edilen herkesliği her daim taşıma arzusu değildir elbet. Tekliğin, yalnızlığın yeri de kıvamı da müstesnadır. Çok olumsuz bir portre çizmek istemem ama bu konuda yardım çığlıklarımız çatlayavarmış ve evlerimizi şivan sarmış durumda.

‎Kendi başımızın çaresine bakmayı öğrendiğimizde hayata başlamışız demektir. Hele durup bir dinlemeli zamanı, hayatı ve gidişatı... Dünyanın hastalıklarını dille buluşturup karşılaştığımız ilk kuyuya anlatmak gibi hayatın içinden olmalı. Kafka'nın dediği gibi, içimizde hayata el sallayan hep bir çocuk olma arzuluğunda olmalıyız. Her ne kadar arzu, menzile ulaşmak olsa da varmanın yanında yolda olmanın da kıymeti harbiyesini görmeliyiz. Her yeni zamanın tamircisi de bir taraftan iş başında olacaktır. İnsanın kalbiyle dilinin aynı konuştuğu zamanlarla beraber, iki elin sesi de duyulmaya başlayacaktır.

‎İlkay Coşkun
‎Kültür Ajanda Dergisi
‎Sayı 143, Ekim 2025

26 Eylül 2025 Cuma

Kitap Kurdu Şair

Kitap Kurdu Şair: İlkay Coşkun

‎“boynunda dünya yükü işte
bir o yana bir bu yana savrulan
sopranodan bir çığlık olup
onca hayallerle tek başına
geliyor bütün türküler gibi”

Yukarıdaki mısraların sahibi olan İlkay Coşkun, yazmış olduğu bazı şiirler ile Ukrayna’daki Kiev Üniversitesi’nin akademik çalışmalarına konu olmuştur ve yazdığı bazı şiirler Ukranyacaya çevrilmiştir. Çevrilen kısa bir şiiri;

Emily

‎▲
‎gelişin
‎çat kapı
izinsizdi yüreğe
‎onayı alınmamış bir ferman gibi
süzüldün beynimin dip noktalarına
doğ/ma gecemin vuslat demine
aç/ma pencerelerimi
kal/ma yarına
‎n’olur anla
‎beni emi
‎Emily
‎…..
‎▼

‎İlkay Coşkun Kimdir?

‎7 Şubat 1971 tarihinde Yozgat’ın Çayıralan ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlkokul eğitimini Yozgat'ta, ortaokul eğitimini Kayseri’de, lise eğitimini Ankara'da tamamlamıştır. Ardından Cumhuriyet Üniversitesinde Mühendislik eğitimi almıştır. Görevine bir kamu kuruluşunda mühendis olarak devam etmektedir.

‎“ah bir bilseniz
‎vicdanlarda ne çok yontulup
‎ne çok kere ağlarız”

‎Üretken bir şair olan Coşkun, edebiyat alanında pek çok çalışmalar yürütmüştür. “Poyraz” adlı edebiyat dergisinin yayın kurulunda görev almıştır. Sivas’ta çıkan “İrade Gazetesi" bünyesinde köşe yazarlığı da yapmıştır.

‎“ateşten önce ayna vardı, bir iç ayna
‎insanın mağaraya döneceği zamanda”

‎İlkay Coşkun; Papatya, Kültür Ajanda, Güneysu, Gökmavi, Külliye, Hayal Bilgisi, Mor Taka, Kurşun Kalem, Kültür Çağlayanı, Kardelen ve Sivas Postası gibi pek çok süreli yayın ve derleme kitap içerisinde eserleri ile yer almıştır. Coşkun’un şimdiye kadar yayınlamış olduğu kitaplarını şu şekilde sıralayabiliriz: Bimola, Bilonsa, Düş Yolcusu, Nağmeler, Kahve Bahane, Artı Uç, İç Hatlar, Tekrarın Tiryakisi Zaman (Sinan Ayhan ile birlikte), Cenne, Kitap Gözü ve Havamız Olsun. İlkay Coşkun, edebiyat kulvarında aktif bir şekilde üretmeye devam etmektedir.

‎"asırlık uykularımızdan uyanmışken
‎sığınaklara yol, sokaklarda acıya direngeç olduk
‎çocuk olduk genç olduk büyüdük her birimiz
‎ve Selâhaddin’ler serpildi duvar kenarlarında
‎güvercinlerin sokaklarımıza konduğu günde"

‎NOT: İlkay Coşkun, Radyo Hilal’de ise “İlkay Coşkun’la Edebi Sohbetler” adındaki programı hazırlamış ve sunmuştur.

‎Yararlanılan Kaynaklar:

‎Coşkun, İlkay. “Neme Lazım,” Papatya Dergisi Şiir Antolojisi içinde, ed., Aykutalp Balkan, Sinan Ayhan ve Mertali Mermer. İstanbul: Güvercin Yayınevi, Eylül 2024.

‎Coşkun, İlkay. Artı Uç. İstanbul: Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, Ekim 2020.

‎Ayhan, Sinan, ve İlkay Coşkun. Tekrarın Tiryakisi Zaman. İstanbul: Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, Haziran 2022.

‎“İlkay Coşkun”, Son Güncelleme 3 Şubat, 2025,

----------------------
Aykutalp Balkan
Papatya Dergisi
Ağustos Eylül 2025, Sayı 18


25 Eylül 2025 Perşembe

Milletim Uyan

“Milletim Uyan” Şiirlerindeki Kutlu Çağrı

“Milletim Uyan” Şair Selami Yıldırım'ın Çimke Yayınevi etiketiyle, Şubat 2025'te okurlarıyla buluşturduğu şiir kitabıdır. İki yüz yirmi dört sayfa hacminde ki kitapta doksanlı yıllardan günümüze değin şairin, yüz altmış altı şiirine yer verilmiş. “Milletim Uyan” kitap isminin, Millet Partisi kurucu lideri merhum Aykut Edibali’nin “Milletim Uyan” çağrısına mülhem bu ismin kitaba verilmiş olduğunu önsöz yazısından anlıyoruz. İzninizle, şiirler üzerine kısa kısa da olsa değinilerde bulunacağım.

Gerek kitabın ismi gerekse de şairin kitap önsöz yazısı kitap hakkında ön fikirleri veriyor okurlarına. Şiirlerde; Türk-İslam anlayışının, felsefesinin izlerini fazlasıyla görmekteyiz. Vatan sevgisi, yurtsama taşıyan satırlarda suya sabuna dokunma hali dikkat celp ediyor. Bu tavır, sloganik olmayan bir incelikte işlenmektedir. Öyle ki, şiirler, Türk-İslam değerleriyle beslenip hakikate muttali bir anlayış istikametinde yol almaktadır. Başka bir ifadeyle, Türk-Müslüman bakış diyalektiğinin şiirlerle buluşması diyebiliriz. Tema olarak daha çok konulu şiirler tercih edilmiş gözüküyor. Üslup olarak; tezyinata ve abartıya gidilmeden sade, sarih bir anlatım kendisini hissettiriyor.

Şiirlerde içerik ve tema çeşitliliğini fazlasıyla görmekteyiz. “Dua, ağıt, mersiye, koşma, taşlama, bestelenebilecek ve marş olabilecek şiirler” şeklinde hem hece türüyle hem de serbest vezin sesiyle karşılanmaktadır. Hece olmayan şiirler de dahi yinelemeler, nakaratlar, ses tekrarları gibi ahenk unsurları şiirlerin geneline hece şiiri havası katmaktadır. Şair, ölçülü hece şiirlerinde Selamî veya Ozan Milleti mahlaslarını kullanmaktadır. Bu bağlamda şiirlerin geleneğimizden beslenmiş olduğunu söylesek yeridir. “Viyana'dan beri çalmıyor sazım/ Üç buçuk soysuza geçmiyor sözüm/ Kıbrıs'ta huzur yok, Kerkük'te çözüm/ Sizin mi çok benim mi çok derdim var” (s. 67)

“Gün kararmış/ Hava buz gibi/ Alçak basıncın/ Etkisindedir memleket/ Gökte güneş/ Bayrağımda ay yıldız üşür/ Neyse ki yüreğim/ Sancak nöbetinde/ Çok şükür” (s. 13) Aynı bu mısralarda olduğu gibi, Türklerdeki tabiat, yıldızlar, bayrak, toprak, güneş, hava gibi isimler üzerinden göndermeler ve tasvirlerin bolca yapıldığını görmekteyiz. Şairin şiirleri yer yer durgunluğa ve dinginliğe kavuşsa da şiirlerin genelinin ritmik ses tonunun inişli çıkışlı, daha çok da gür sesli olduğunu söyleyebiliriz. Sesi yüksek şiirlerden bir bölüm; “Sahi niyeydi/ O kavga/ O kopan fırtına/ Ürkütülen katırlar/ Kırılan fincanlar/ Duygular tuz-buz/ Belli ki/ Aklandı suskunluğumuz” (s. 15) Bu tarz şiirlerin doğasında da olan nasihat ve mesaj içerikleri de bulunmaktadır elbette. “Ey vatan/ Ey millet/ Ey halk/ Ya teslim ol yokluğa/ Ya doğrul ayağa kalk!” (s.54) gibi.

Bunlarla birlikte tarihi olgular, yaşanmışlıklar üzerinden yazılmış olan konulu şiirlerle de bolca karşılaşmaktayız. Biz Türklerin kurtuluş mücadeleleri, Çanakkale Savaşı gibi Türk kimliğinin periferisinde olan birçok mücadeleyi görmekteyiz. Başka bir ifadeyle Türkün mücadelesiyle maruf çokça hadiseye yer verilmektedir. Şiirlerde, Türk coğrafyamız başta olmak üzere gönül coğrafyamızın geneli hakkında değinilerde bulunulmaktadır. “Bilge Kağan, Edebali, Ertuğrul Gazi, Al-i Osman, Sadık Ahmet, Doğu Türkistan, Urumçi, Osman Batur, İsa Yusuf, Bosna, Aliya, Karabağ, Kafkasya, Şeyh Şamil, Ahıska, Halep, Musul, Bağdat, Kıbrıs, Filistin ve Kudüs” gibi isimleri daha da çok artırabiliriz. Bu isimlerden anlaşılacağı üzere ruh ve gönül coğrafyamızın geneli şairin ilgi alanındadır. Şiirlerde yer yer az kullanımda olan, manalı güzel kelimelerle de karşılaşmaktayız. “dem-i devran, harim-i ismet, tora düşmek, ağmak, yonga, geda, say-u gayret, ıramak, bet, yağır tutmak, ricat, köstür, lal-ü mercan, yuğ, penah, savlet, çıfıt, kisb-ü kar, ne ganimet ne zer, erbab-ı tefekkür” gibi.

Altını çizdiğim şiir bölümlerinden bir kısmını buraya taşımak istiyorum izninizle. “Toplam kaç derecedir/ Bir üçgenin iç açıları/ Ya da üç kenarı tutuşmuş/ Bir ülkenin iç acıları” (s. 70), “On iki eylül/ Dört paşa/ Bir mühür/ Bir kaşe/ Seksen nümero gömlek/ Koptu ipliği tesbihin/ Sokaklar sustu ansızın// Sarıydı/ Sapsarıydı yüzü güzün/ Bir ihtilal havası vardı bakışlarında/ Baktı şehre uzun uzun.” (s. 90) Son birkaç örnekte taşlama, yergi şiirlerinden olsun. “Herkesin davası “ekmek” oldukça/ Memleket davası sahipsiz kalır/ Tilkiler dadanır aslan yurduna/ Kartalın yuvası sahipsiz kalır” (s. 96), “Yesevice pirlerim/ Serdengeçti erlerim/ Faş olmadık sırlarım/ Sırlarım vardı hani// Ak tolgalı beylerim/ Yunus dolu köylerim/ Düğünlerim, toylarım/ Toylarım vardı hani” (s. 139) “Vicdanlar kararmış, gönüller hasta/ Bayramlar karalı, düğünler yasta/ Caminin mimarı, beynamaz usta/ Doğrudur efendim, hiç şaşırmadım” (s. 182), “Duvar saatinde şakıyan guguk/ Vurulup yere düşen hukuk/ Çoğulcu demokrasi/ Kopenhag Kriterleri/ İnsan Hakları Sözleşmesi/ Saramaz” (s. 222)

Sivas’ta söylenegelen güzel bir deyim var. “Yükünü yüceye yığma” denir. Yılgın, isteksiz olanlar için söylenen bir sözdür ve böyle olunmaması gerektiğine de bir vurgu yapılır aslında. Selami Yıldırım Bey’in şiirlerinde de yılgınlığa, bezginliğe ve tembelliğe karşı bir aksülamel duruş hali vardır. Gerek yaşadığımız Anadolu coğrafyası gerekse de bulunduğumuz şartlar, kolayına şad-ı hürrem olamayacağımızın kodlarını taşımaktadır. Bu hal, patriotism de denilen vatanseverlik sabitesinde ele alınıp işlenmelidir. Şair bu hali önsöz yazısında, “demir asa ve demir çarık” metaforuyla çok da güzel özetlemiş esasında. “Demir asa, demir çarık yola çıkıp asırlık dertlerimize çare arayan dünya görüşünden esinlendik” diyerek. Ayrıca bu uyanışın rehberliğini, sanatın gücünden alındığı da söylemektedir.

Bahusus, inanmışlığın ve vakarlığın önde tutulduğu, gür bir ses ile yazılmış şiirler okudum. Zarifoğlu’nun tabiriyle sadece “ayran kabartan” olmayan derinliği ve felsefesi olan şiirler bunlar. Önden giden atlılar izince bir medeniyet tasavvurunu taşıyan şiirler. Süleyman Nazif'in güzel bir sözü var. Hatırlamak ve hatırlatmak gerekir. “Vatan sıhhat gibidir, değeri kaybedilince anlaşılır” Bundan kelli millet ve ülküdaşlık bilinci; vatan ve milletin sıkıntılarını dert edinen, çilesini çeken ve geleceğe dair kaygılar taşıyanların omuzlarında yükselecektir. “Çığlıkları semada/ Yumrukları havada” adanmışlığının ve inanmışlığının şiir hali böyle olsa gerek. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
Papatya Dergisi
Ağustos Eylül 2025, Sayı 18

19 Eylül 2025 Cuma

Sığır Kuyruğu

 Sığır Kuyruğu

Bir rüya gördüğünü düşündü sanki. Mahmur gözlerle sağa sola bakarken karabasan yorgunu gibiydi. Biraz da terlemiş olmalıydı. Aklını dünkü iplik düğümlerini sayma işinde bırakmıştı. Ninesi, "sen artık büyüdün. Sayı saymayı da öğrendin. Çobanlara verdiğimiz azık kaç gün olmuş, kendir ipine atmış olduğum düğümleri bir sayda bilelim" demişti. Düğümleri hem üstten hem de alttan saymıştı da aynı sayıyı tutturamamıştı. Bundan kelli sayıyı doğru sayamamanın korkusu ve dahi karabasanı olmalıydı belki de bu yaşadıkları. Öğretmenlerin, çobanların ve büyük annesinin olduğu karman çorman bir rüyaydı yaşadığı. Dedesinin de kızarak uyandırması, dışarısı öğlen oldu türünden birçok kızgınlık cümleleri anlık da olsa bir kâbus göstergesi olmalıydı belki de.

Dede bu, her bişeyi bilir ve zaman zaman kızar demişlerdi de yüreğini bir ferahlık gelmişti. Ama bu küçük hayatında kavrayamadığı çok büyük başka dünyalar vardı. Dedesinin anlattığı mesellerin sonunda "su göründü teyemmüm bozuldu" sözünden de hiç bir şey anlamamıştı mesela. Annesine ne olduğunu sorunca, "deyim oğlum deyim" cevabını almıştı da deyim ne demek anne? Demeye cesaret edememişti bir türlü. Ninenin, "el kadar sabiyi, şafağın erkeninde niye uyandırıyorsun?" Sorusuna dedenin, "fare sidiğinin deniz suyuna faydası olur hanım" Cevabı ne anlama geliyordu? Sabah sabah kafası karışmıştı Sadık'ın. Sidik kelimesini duyunca yüzünde bir gülümseme hali belirivermişti yine de. Bu gün büyük gündü Sadık için nede olsa. Çobanlar için pazardan gelecek olan sucuk lokumun ucundan, kenarından nasiplenecekti. Böyle yiyeceklerde, çocuğun göz izi düşmesin diye veriyorlarmış sonradan öğrendiğine göre. Hatta bir ara şeker sucuklarının hatırına "büyüyünce çoban olacağım" diye tutturmuştu da annesinin azarıyla bu sözleri bırakıvermişti sonraları.

Nine ve Ayşe Gelin'in hazırladığı bir kazan bulamaç çorbasının yanında hep bir tava sütte bulunurdu. Erken kalkılan yaz günlerinin hazır yemekleriydi bunlar. Geç kalkılan günlerin omaçlı, yumurtalı ve çaylı günleri de yok değildi hani. Kış ve geçiş mevsimlerine mahsus ayrıcalıklardı bunlar. Her sabah her sabah "Hayattan kam alamadım hiç bir zaman" diyen annesinin neden bu kadar mutsuz olduğunun cevabını bilmiyordu. “Kam” neydi? Acaba "Çalışmaktan imanımız gevredi" diyen babasının gevremesinde miydi sorun. Bunlarla beraber her sabah iş bölümü yapan dedenin konuşmasının sonunda, "biz işimizi yapalım, taşlar yuvarlanıp çeğile düşecektir elbet" demesinde ki tevekkül hali hiç yoktu Ayşe gelinde. Dede'nin güçten kuvvetten düştüğünden dem vurarak; "Hüsmen ağa tohumdan düştü, hiç bir devlet adamı, Hüsmen Ağaya güvenip te yeni bir cephe açmasın" diyordu gülerek çevresindekilere. Üzgün olduğunda da tütününü yakar ve ilk çekişte efkârlanıp "içimiz insan mezarlığına döndü" derdi. Hüsmen Ağa kimdi? Tohum bildiği buğdayın, arpanın, fiğin ekilecek taneleriydi. Ama ne denmek istediğini çözememişti. Nine, bir bostana gidecek, gelin yunakta tokaçta ve ev arasında mekik dokuyacak, dede ve oğul zamanına göre samanda, harmanda veya başka bir işte olacaktı. Sadık'ta çobanlıkta.

Büyük Anne Zeliha lafı biraz fazla uzattı mı, “laf rençperligi yapma hanım” der ve nine, azar yemiş gibi susardı. Ve kelimeleri dişlerinin arasında ezerek mırıldanırdı. Bu halde dede, ayrı bir alaflanır, kızgınlığı katmerlenirdi. Bu kadar aksi adamla nasıl yaşadığını soranlara karşılık, "kaç mevta kaldırdı benim yüreğim, hodbin herif ne ki" derdi. Genç kızlığından beri omuzlarında hep ağırlık biriktirmiş biriydi zaten. Nine ne yapsındı. Dedenin öfke değirmeninin suyu her zaman gür akmaktaydı. Zaman zaman Sadık’ın dedesine neden bu kadar sinirli olduğu sorulduğunda şu cevap alınırdı. Söze ilk olarak, eski çalışmalarından, güçlü olduğu yıllarından bahsederdi. Şimdilerde "kıratta hüner çokta bende derman kalmadı oğul" derdi. Orta da kırat da yoktu da… Alet ve edevat olarak, evin en ihtiyarı Şerif Dede’nin bir çift öküzü, kağnısı ve öküzlerin sabanı ve koşum takımları vardı sadece. Dedesine, kırat alalım mı diye ısrarlı sormalarında "evlat kocadım, atın peşinden koşamam" derdi. Dede'nin askerde öğrendiği kadarıyla okuması yazması vardı. Okuması kıt olsa da eskilerden devşirdiği çok sütlü nakilleri vardı. Gün görmüşlüğü ve zoraki de olsa saygı duyanları vardı yine de. Sadık’ın annesinin, “çoban olmayacaksın” kızmalarına rağmen, kendini bildi bileli bir kaç tane kuzu da olsa otlatmaktaydı. Sadık, çobanlığa iyiden iyiye ısınmıştı böylelikle. Bunu gören dedesi, kendi çocukluğunu yüzüne getiren bir gülüşle, bu sene öküzlerime çoban buldum diye sağda solda övünmeye başlamıştı bile.

Cuma gününün şafağında çorba ve süt içilmiş, öncesinde sabah namazı büyükler tarafından kılınmıştı ve erkenden dedenin mutad her hafta yaptığı banyo kazanı kurulmuştu avluya. Sabahın ilk ve yeni görev bilinciyle kalkan Sadık'ın önüne biri yaşça daha büyük sarı öküz, diğeri de genç ve sürekli hareketli, yaramazlık da yapan siyaha çalan rengiyle kara öküzdü. Bir binek kayası yardımıyla eşeğine binip eline nodullu değneğini alan ve sırtına azığını dolayan Sadık'ın nevalesinde yufka içine dürülü taze çökelek ve bir parça da yeşil soğan vardı. Aşına katık edeceği sop soğuk suyu gideceği ormanlık alanda onu bekliyordu. Azığı belde sarılı gören nine "karnından ekmekli" deyiverdi. Git karnından ekmekli gel karnından ekmekli lakap olup sırtına yapışmıştı sonraları. Her ne kadar gelin anne bu durumdan pek memnun olmasa da bir yârenliğe de yol açtığından olsa gerek o da alışmıştı bu duruma.

Köyün çevresinde, hayvanların otlatıldığı meralar vardı elbet. Hapan Gediği, Aşağı Köy, Boz Hüyük, Nallıhan, Sığır Kuyruğu daha bilmem nereleri... Bu gün gidiş istikameti Sığır Kuyruğu’naydı. Tarla sınır boylarında otlayan hayvanları büğelek tutmamıştı şükür. Hava alacalı ve zaman zaman çiseleyince yaz sıcaklığını kırmış olmalıydı. Hava kararmaya durunca yani ikindi sonrası için gelmesine salık verilen Sadık, kapalı havadan mülhem zamanı kestirememişti. İki saat geçip geçmeden ıslanmış vaziyette köye revan olmuştu bile. Dedesinin banyo suyunun hala ocakta tütmekte olduğunu görünce çok erken gelmiş olduğunu fark etmişti. Annesinin şaşkınlığı ve pekte belli olmadığı bu hayatta tokaç başında göz göze gelmişti. Dedenin yumuş uşağı ninenin titrek hali gözünün önüne düşmüştü. Ve Sadık'ın ağzından dökülen ilk cümle “nene, sucuklu lokumlarım nerede?”

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 94, Eylül Ekim 2025