14 Ağustos 2025 Perşembe

Havamız Olsun - Mahmut Topbaşlı

HAVAMIZ OLSUN

Havalı olmak; biraz fiyakalı olmak, eli yüzü düzgün olmak, sözü dinlenir olmak gibi birçok mecazı yüklenirken birleştirici, bütünleştirici, toparlayıcı olmayı da ifade eder.

“Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun” sloganıyla hava durumu, meteorolojik hava tahminleri sunulurdu bir zamanlar. Sizin havanız güzel olsun temennisi ruh haliniz, moral durumunuz, iş güç vaziyetiniz gibi masumane dilekler akıllara düşerken bir telkini de süblimene bir algı olarak kullanılırdı.

Havamız Olsun başlığını şu an dua niyetine ödünç alıyorum. Uzun zamandır hem şahsî hem toplumsal, hem ülke ve millet olarak havamız bozuk. Afet ve felâketler, ekonomik zorluklar, yokluk ve sıkıntılar havamızı bozmuş durumda. Berrak güneşlerimiz, pırıl pırıl havamız; puslu, dumanlı, kapkara ve ümitsiz görünüyor. Kuraklık ve israf suyumuz için de olumsuz sinyallerle uyarılar gönderiyor. Toprağımız mümbit ve bereketli iken birçok sebepten çoraklaşıp bize küsüyor. Ateş; teknik, teknoloji çağı için enerji olacak temel bir element iken yeşil vatanımızı yakan bir felâketi yaşatıyor. Hayat unsurları olan dört kıymet bizim havamızı bozmuş durumda.

Havamız olsun derken, bunu bir dua vecdiyle ifade ederken havalı olma peşinde değilim elbette. Allah korusun, mecazlarla yüklü bir havadan hazzetmem. Ama nefes alabileceğimiz, cennet vatanımızda tertemiz havayı soluyup, temiz suları, bereketli toprakları ve teknolojik ateşlemeleri yaşayabileceğimiz bir havamız olsun isterim.

Bu istek bir meteoroloji mühendisinden gelirse daha anlamlı, daha dört başı mamur, ayakları yere basan, edebî ve ilmî bir değerlendirme olur diyorum.

Diyorum çünkü bunu gördüm.

Şair ve yazar, radyo ve tv programcısı ve Meteoroloji mühendisi sevgili İlkay Coşkun’un son kitabının adı HAVAMIZ OLSUN…

Sadece kitabın adından aldığım çağrışımlarla ben de uyandırdığı tedailer girizgâh olmaya yetti. Yazarın kendisi ilk söz olarak yazdığı ifadede “Havamız Olsun” un iyi ve güzel bir temenniye yaslandığını belirtiyor. İklim değişikliği, hava kirliliği, çevre sorunları, savaşlar, zulümler, duyarsızlıklar gibi dünya problemleri adına imdat çığlığı olarak açıklıyor. Dünyaya sahip çıkma, emaneti çocuklarımız için koruma ve kollama uyarılarından söz ediyor. Böyle olunca hepimiz en gür sesle HAVAMIZ OLSUN diyebiliriz.

Uzun söze hacet kalmadan bölüm başlıklarını takdim ettiğimde havanın dünyamız ve hayatımız için ehemmiyetini ve modern hayat çabalarına kurban ettiğimiz, bizim bile bile eriştirdiğimiz bozuk havayı en açık en acı haliyle resimleyebiliriz. Bölüm başlıkları demişken İlkay Coşkun’un nev’i şahsına münhasır bir yazar olduğunu özellikle denemelerinde kullandığı argüman ve metaforlar ile kapalı ve gizli benzetmeleri, imgeleri düşüncelerinize fırlatılmış oklar gibi duruyor. Başlıklar da öyle… Hele alt başlıklardaki edebi zenginlik havaya hava katıyor.

KULAĞIMIZA FISILDANAN
HER MEVSİM BAŞROL
DÖRT ELEMENTİN ŞAHI
OKUNACAK KİTAP
HEVÂ ve HEVES
GÜL PAZARINDA NEFES SATMAK
BİR NEFES SIHHAT

Bu yedi ana bölümün altında tam kırk alt başlık ile yüz yirmi sayfalık en derin havayı, en edebi havayı ciğerlerinize çekiyor, âsumandan aldığınız cümle güzelliklerle yem yeşil bir dünyanın, tertemiz bir havada yaşamanın şükrüne erişiyorsunuz.

Yüreğine sağlık sevgili İlkay… Bu COŞKUN havayı bizimle paylaştığınız için binlerle teşekkür. Değil mi ki HAVAMIZ OLSUN diyerek iyi ve güzel temennileri en hasbi duygularla paylaşıyorsun…

Mahmut TOPBAŞLI
14.08.2025

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Havamız Olsun - Ömer Yerlikaya

"Havamız Olsun" Hakkında - Ömer Yerlikaya
Serhad Artvin Gazetesi (13.08.2025)

İlkay Coşkun ve Havamız Olsun…
‎Efendim Serhad Artvin Gazetemizin bu haftaki konuğu yazar İlkay Coşkun.

‎1971 yılında Yozgat Çayıralan’da dünyaya geldi. Sivas İrade gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Radyo Hilal'de İlkay Coşkun'la Edebi Sohbetler isimli programı hazırlayıp sundu. Somut ve deneysel şiirlerinin bazıları Ukrayna Kiev üniversitesi akademik çalışmasına konu oldu ve Ukraynacaya çevrildi. Otuzu aşkın dergide ve kitapta, şiirleri ve yazıları yayımlandı. Halen bir kamu kuruluşunda mühendis olarak görev yapmaktadır. Biri ortak, dokuz şiir ve deneme kitabı yayımlandı.
‎Şair ve yazar İlkay Coşkun’un Havamız Olsun isimli kitabını okuyup inceledim ve sizler için yorumluyorum. Havamız Olsun 2025 yılında Kitap Yurdu Doğrudan Yayıncılıktan çıktı. Yüz on sekiz sayfa hacimli bir kitap ve yedi bölümden oluşuyor. Yazar dört elementin şahı olan Havayı anlatıyor. Bildiğimiz havayı edebiyatın derinliklerinden eleyip geçiriyor; dağda, kırda, bayırda, bulutlarda, gökyüzünde, o bildiğimiz havayı başka bir dille, yazarın lirik dil akışıyla meteorolojik yansıyı edebi bir atmosferde eriterek, değişkenliğini okura sunuyor.
‎Esasen okuru hırpalıyor, yoruyor ve galiba birazda aklını başından alıyor. İlkay Coşkun aykırı bir yazar, geleneksel kalıbı çok gerilerde bırakmış, yazın dünyasının zirveye tırmanan homurtulu modern yazım tekniğine korkusuzca saldırıyor. Yazar Sinan Ayhan’la iyi bir ikili oluşturmuşlar bu belli ama bu deli dolu çıkışlar nereden besleniyor? Ne diyelim edebi bir sır olarak ortada kalsın!
‎Şunu gördüm İlkay Coşkun okuru umursamayan bir yazar. ‎Sebebini hemen açıklayayım; yazarın çizgisini ortaya koyabilmek ve ne anlattığını anlayabilmek içinde iyi bir analist olmak gerekiyor. Yani analitik yorum becerisine sahip olmanız gerekiyor. Yani herkesin okuyacağı kitaplardan değil, sadece nitelikli okura hitap ediyor. Geleceğin kitaplarını şimdiden yazan yazarlardan birisi İlkay Coşkun. Dili ustalıkla kullanıyor ve Türkçenin zengin sözcük üretme becerisini yazın görselinde paylaşıyor. Düşünce zenginliği, olaylara bakış açısı, sezgi, gözlem gücü, ayrıntılara girme becerisi ve sınır çizilemez hayal gücü zenginliğiyle de göz dolduruyor.

‎Bir yazar da olması gereken meziyetlerin hemen hepsini belleğinde barındırıyor. ‎Her haliyle hayranlık uyandıracak bir yazar ve kocaman alkışlar sizin için efendim…
‎Bu arada arka kapak yazısını çok beğendiğimi söylemeliyim. Nitelikli bir yazı. Ve yazar Mustafa Nurullah Celep beyefendinin kitaplarını köşemde yorumlamak isterim.
‎Serhad Artvin gazetesi olarak İlkay Coşkun’a sonsuz başarı dileklerimizi iletirken ailesiyle ve tüm sevdikleriyle birlikte, sağlıklı mutlu yaşamlar diliyoruz. Sevgiyle kalın.

5 Ağustos 2025 Salı

"Havamız Olsun" Üzerine Söyleşi

‎“HAVAMIZ OLSUN” KİTABI ÜZERİNE
‎KONUŞAN: KÜBRA BÖRK
CEVAPLAYAN: İLKAY COŞKUN
(Kültür Ajanda Dergisi, Sayı 141, Ağustos 2025)

‎· Yazmak, yazar olmak mesuliyeti yüksek bir tercih, öte yandan heyecan verici. Bu yolculuğa çıkışınızın öyküsü nasıldır?

‎Sadi Şirazî’nin; “Mecnun’la konuşacaksan Leyla’nın güzelliğinden bahset” anlayışındaki gibi bir duygudaşlıkla ve aşkla, ilk gençlik yıllarımda şiirler yazmaya başladım. İhtiyarlıkta ki ibadetlere benzer gecikmeler yaşansa da her hali zamanında ve de halimce not etmeye çalıştım. Öyle ya bütün bu yazılanların adına hayat dediler. Aşk onun içinde, sevgi onun içinde. Zorluklar ve yaşanmışlıklar onun içinde.

‎· Profesyonel mesleğinizle yakın bağı olan “Havamız Olsun” adlı kitabınızın kurgusu nasıl oluştu?

‎Kırk yıla yakındır havayı gözlemleyerek, havayı rasat ederek geçimini idame ettiren biri olarak havaya, mevsimlere, hava parametrelerine dair söylenecek çok şeylerim olmalıydı elbet. İşte bu minvalde, bir senelik zaman diliminde yirmi civarında bu alanda yazılmış kitabı taradım. Ve daha önceki yazdıklarımı da içerisine ekleyerek, Mart 2025’te “Havamız Olsun” kitap halini aldı. Ayrıca bu zaman diliminde yazar arkadaşım Sinan Ayhan ile birlikte karşılıklı yazılar yazma mihmandarlığında bulunduk. Bu gayret üzerine bu kitabın doğumu gerçekleşti.

· Haz ve hız çağındayız bu çağda insan kendi benliğinden uzaklaşmış durumda, kitabın ilk söz kısmında; “modern hayatla izole kalan” ifadenizle göçebe kodlarımızdan bahsediyorsunuz, bu kodları insanoğlu nasıl aktif hale getirebilir?

‎Hayat şartları, insanı daha çok yerleşik hayatlara yönlendiriyor olsa da evden, şehirden ve vatandan gidişleri bir yerde modern göçebelik olarak addedebiliriz. Böylelikle, “Tebdili mekânda ferahlık vardır” kabilince serüvenimiz dört bir yana yayılmaktadır. Yüzyılların tecrübeleriyle ve insanın merak, keşfetme erkleriyle kuvve bulunuyor. Hatta öyle ki gidişlerin dönüşleri de beslemesi arzu edilir. Genel çerçevede göçebe kodlarımız, bizleri tabiatla, havayla, iklimlerle, çevreyle sarmaş dolaş iç içe yaşamaya çağırmaktadır. Evimize, kalbimize, dünyamıza ve şarkılarımıza böylelikle dönebilmemiz de elzem olacaktır. Öyle veya böyle ortalama yetmiş seksen yıllık hayatlarımızda, karbon ayak izlerimizi, haraketlilik yetilerimizi ve gürültü yapma yanlışlıklarımızı görsek de sonumuz hep sessizliğe bürünmektedir.

· İnsan halden hale geçen bir varlık, her halimiz ayrı bir mevsim, yükümüzün darasını bile hissedemiyoruz bu çok derin ve anlamlı bir kelime, yükü hissedemeyen insan yaşamla nasıl bağ kurabilir?

‎Bütün anlayışlar sevgi temelli bir bağla inşa olmalıdır. Ana ehramının tepesinde hassasiyet, duyarlılık ve sevgi olmalıdır. Mesela eskiden, kadim medeniyetimizin insanları yürürken otlar incinmesin, çayırlar, çimenler ezilmesin diye çarıklarının burunlarını hep yukarı doğru yaparlarmış. Hayatla, çevreyle kurulan ne kadar nazenin bir bağ değil mi? Amaç, bu güzel bağları karşılıklı uyum içerisinde çoğaltmakla mümkün olacaktır.

‎· “Havamız Olsun” kitabınızda birçok mevsimsel esintiler var. Tarihsel, şiirsel, dönemsel nüvelerin kokusunu alıyoruz okurken… Okurlarınıza dört mevsimi yaşatıyorsunuz. Bizim coğrafyamızda, insanımızın hangi mevsimi soluduğunu düşünüyorsunuz?

‎Gerek şeklen gerekse de hal üzerine daha çok zemheri mevsimi uzun geçiyor sanki. İlkbahar ve sonbahar silik geçiyor gözükse de dört mevsimi her haliyle yine de yaşıyoruz. Başka bir ifadeyle uzun uykuların mevsimi kıştan sonra illaki yeni baharlar gelecektir. Mevsimlerde kışla yorulan bedenler, aynı tohum-filiz döngüsünde olduğu gibi baharla yeniden gözlerini hayata açmaktadır. Her mevsimle beraber Allah’ın sistemi şekil almakta ve yaratıcı kudretini farklı şekillerde de olsa neşet ettirmektedir. Bilimin imkânlarından istifade etmenin yanında asla ve kat’a bilimi mutlaklaştırıp Allah’a ortak koşma yanlışına düşmeden yol almak en doğrusu geliyor bana. Başka bir ifadeyle ilmin yanında arifane ve hakikate muttali bir anlayış ile maneviyat hep yan yana yürümelidir.

‎· Kâinatı diri tutan, bereketlendiren rüzgâr, yağmur, kar insan ruhuna etki eder mi? Nasıl?

‎Nasıl ki bahar, içimizi okuyan bir güzellik olarak gözükse de her bir hava parametresinin insan üzerinde genel ve öznel yansımaları olacaktır. Yağmuru afet düzeyinden daha çok “bereket” olgusu üzerinden tanımlarız. Kar, soğuktan daha ziyade örtü, korumacılık ve saflığı imler. Mesela açık, güneşli havada içimiz açılır; puslu, sisli hava da biz de içine kapanıp hüzünlü bir hale bürünürüz. Sıcak iklim insanları genel olarak daha cana yakın, şen şakrak halde iken; soğuk iklim insanları daha donuk bir haldedirler. Yaz iklimi, insan bedenleri daha çabuk yaşlandırırken, soğuk iklim bedenleri daha diri tutmaktadır. Bu örnekleri daha da fazla artırabiliriz ama önemli olan tabiatla iç içe, kötülüklerin igvalarından uzak olarak yaşamak en güzeli.

‎· Cemreler sadece havaya, suya ve toprağa mı düşer? İnsanın kalp ikliminin cemreleri var mıdır?

‎Her bir doğa olayının insan üzerinde yansımaları ve benzerlikleri vardır elbette. “Her insan bir dünyadır” anlayışındaki bir benzeşme halini yaşarız. Dünyamız ile aramızda hep bir senkronik duygudaşlık halinin taşındığını söylesek yeridir. Bundan kelli, her bir cemre halinin, insan fıtratında da bir karşılığı vardır desek yanlış olmaz. 20 Şubat’ta havaya düşen ilk cemre ile öncelikli olarak hava ısınmaya başlar. Isınan hava ile birlikte suya devamında toprağa sirayet ederek öze, nüveye ulaşılır. İnsanda, çevresinden sirayet eden güzellikler kalbine, yüreğine ve beynine sirayet ederek içe doğru bir yolculuk yapılır.

‎· “Havanın kutlu gizemi” bölümünde, gökte saklı olanlardan bahsediyorsunuz, saklı olanların şifreleri var mıdır?

‎Gerek Allah’ın gökte olduğu anlayışımız gerekse de Hz. İsa, Hızır ve İlyas Peygamberlerin göğe yükseldikleri inanışlarımız hem gökyüzündeki ölümsüzlüğü hem de gizemli hali çağrıştırmaktadır. Hem kuşlar gibi özgürlüğe kanat çırpmaya hem de enstantanelere yol vermektedir. “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir” diyen Cahit Zarifoğlu’nun bahsettiği bir güzellikte yok değil elbette. Dinimizde, kadim medeniyetimizde olan diri dipdiri Hızır’ımız varken, modernitenin dayattığı Godot'un peşine düşmemek gerekiyor. Son tahlilde “yer yeşil, gök mavi kalsın”ın çabasını daha çok vermemiz gerekiyor. Hava bir güneşli, bir yağmurlu, bir öfkeli, bir ağlak haliyle bir çocuk gibi her daim yüzümüze bütün duyguları yansıtacaktır.

‎· “Kâmil Ozan” ve “Kıymetli Ozon” ifadeleriniz ilgi çekici, bu iki kelimeye yüklediğiniz anlamların zihninizde ilk uyanışının bir hatırası var mı?

‎Havanın en mümbit, en kıymetli hali sayılan ozon tabakası ile şairin güngörmüşü olan ozan’nın arasında gizemli ve harika bir benzerlik kurmaya çalıştım. Kıymetlilerimize; Diyojen’in “gölge etme başka ihsan istemem” ifadesindeki gibi bir reddiye ve öz güven ile Cahit Sıtkı’nın “her mihnet kabulüm yeter ki gün eksilmesin penceremden” mısralarındaki gibi bir tercih ve arzu haliyle bakmamız gerekiyor.

‎· Toprak Ana’ya hürmetle derler ki, “deniz ölüleri dışarı atar, toprak ise bağrına basar” Aşil’in zaafına temas eden satırlarınız var. Ölümsüzlük hangi ruhların emelidir?

‎Gerek dini gerek felsefi-sosyolojik gerekse de kültürel cihetleriyle çok geniş bir konu bu. Bu konunun her dinde, her kültürde ve her anlayışta bir karşılığı olmalı. Olsa olsa “bize göre”nin kritiği yapılabilir. Öyle ya, İlahi aşkla yol alıp itminana erecektir yürekler. Bizim kültürümüzde ölümsüzlüğü getireceğine inanılan bengi su, âb-ı hayat gibi efsanevî sularımız vardır. Lokman Hekim, İbn-i Sina iksirlerinin yanında Hz. İsa, Hızır ve İlyas Peygamberlerin göğe çekilmeleri üzerinden, ölümsüzlüğe hep bir göndermelerde bulunulur. Bizlerden başka, Yunan mitolojisi ve birçok inanışta ölümsüzlük üzerine farklı düşünceler yer almaktadır. “Aşil’in topuğu” hadisesini de bu perspektiften görebiliriz. Yunan mitolojisine göre, annesi Thetis tarafından ölümsüzlük sağlamak amacıyla Aşil’i baş aşağı tutarak bir nehre batırmış ancak Aşil’in topuğu, annesi tarafından tutulduğu için suya temas etmemiş ve bu nedenle topukları ölümsüzlüğe dâhil edilmemiş. Böylelikle Aşil’in topuğu, onun zayıf ve savunmasız noktası olarak kalmış. Ölümsüzlük anlayışları, inanışları üzerine İslamiyet öncesi Türklerde ve diğer mitolojilerde de bolca efsaneler yer almaktadır.

‎· Her insanda göğe karşı az ya da çok bir sevda barındırır ruhunun derinliklerinde ve bu derinliklerde katmanlar arası geçiş yapar, bazen bir uçurtma ile bazen bir bulut olma düşü ile… İnsanoğlunu bu hayaller nereye taşır?

‎Savaş araç ve gereçlerini saymaz isek sema hep güzellikleri taşımaktadır. Hayallere, geleceğe yeni kapılar aralamaktadır. Burada İmam Gazzâlî’nin “Gökyüzüne Bakmanın Faydaları” kitabını hatırlamak gerekir. İmam Gazzâlî’nin, semaya bakmayı değerli bulduğu on faydayı şu şekilde sıralayabiliriz. “Üzüntüyü eksiltir, vesveseyi azaltır, evham korkusunu giderir, Allah’ı hatırlatır, kalbinde Allah’a karşı saygıyı yeşertir, olumsuz fikirleri siler, sevda hastalığına fayda verir, müştak olanları teselli eder, birbirini sevenlere ünsiyet verir. O sema ki dua edenlerin kıblesidir” Bütün bu tespitlerin ışığında, yarının güzelliklerine taşınmaktır arzumuz.

‎· Kâinatın dört element üzerinden şekillenip, her insanda da bu dört element [ateş, hava, su, toprak] mevcut, bu dört elementin ve dolayısıyla mevsimlerin insana dair etkileri nelerdir?

‎Bu da çok geniş ve kapsamlı bir konu. Başta bu dört element ve diğer birçok element, canlıların yakından etkileşimde olduğu kıymetlerdir. Dünyamızdaki su miktarı ve insan bedenindeki suyun oranına bakalım bu benzerliği göreceğiz. Bu etkileşim bu benzeşim süreğen şekilde devam edecektir. Bütün canlılar, hurçlarında hep elementlerin bereketini ve ruşeymini taşımaktadırlar. Kimi bilim insanlarına göre, insanların otuz çeşit elementi taşıdığı söylenmektedir. Bu kadar iç içe birliktelikte, etkilenmemek ne mümkün.

‎· Kitabınızı okurken iyi bir gözlemci olmaktan çok, tefekkürün bilgi ile izahı hissediliyor kitabınızda. Tefekkür pratiğinizden söz eder misiniz?

‎Burada Şair Yaşar Akgül’ün şiirinden bir mısraını yardıma çağırayım. “Her zamanki gibi yine Allah kazandı” Ne kadar anlam yüklü bir söyleyiş değil mi? Kâinata baktığımız her nokta bizi şaşırtıp murabıt haline dönüştürüyor olmalı. Kâinat kitabını okurken köşebentler, düğünler ve nirengilerle karşılaşıyoruz. Böylelikle şaşırma eylemine her an kapılıp dua ve şükür sığınağında yıkanıyor olmalıyız. Hani meclislerde, söz birine gidip değer, o kişinin de o anda kalp gözü açıktır ve nasibin en büyüğünü alması gibi olunmalıdır. Allah’ın sanatına bakarak, hissederek ve kavrayarak bu hisseye ortak olunmalıdır. Öyle ya ırmaklar, denizlerin kokusunu her daim alacaktır. Başka bir ifadeyle kuşlar ölecek ama önemli olan uçuşu hatırlamak gerekiyor. Ama her şeye rağmen insan kendi çağında, kendi şartlarında ve coğrafyasında vakitlenip kendince gölgeleniyor vesselam.

‎· Pek çok genç, havaya, buluta, toprağa bakmaktan çok sanal pencerelerden izliyor hayatı… Onları “Havayı izlemek hem çok havalı hem zekice” çağrısıyla gerçekliğe döndürmemiz mümkün olur mu?

‎Gençleri hatta toplumun genelini aynı duyarlılıkta görmek biraz fazla hayalcilik olur ama gençlerin çoğunluğunu çevre, dünyamız ve bütün canlılar konusunda daha duyarlı olmaları noktasında projeler geliştirmek, eğitimler yapmak ve daha çokta doğruya, güzele yönlendirmekle mümkün olacaktır. Toplumsal amneziden daha az etkilenmek adına gençlerimizin bolca okuyarak iyi, ahlaklı ve çalışkan bir nesil olmalarını sağlayabiliriz.

‎· Milli kültürümüz olan türkü, hikâye, fıkra gibi yöresel parçalarla havanın etkisini hissettiriyorsunuz, kitabı okurken dilimizde bir türkü, yüzümüzde bir gülümse beliriveriyor. Yerli havanın esintilerini hissediyoruz. Siz “Havamız Olsun”u okurlarınızın havasını nasıl tahayyül ederek kaleme almıştınız?

‎“Havamız Olsun” konusunu tarihi bir süzgeçten geçirip kadim değerlerimiz bu konuya nasıl bakmışların kritiğini yaptım öncelikle. Kadim medeniyetimizin, geleneğimizin çevre anlayışını, havaya dünyaya bakışını kısa kısa da olsa değinmeye çalıştım. Bu bakışta korumacılık yönlerine, nasihatvari sözlerine de yer verdim. Ümmi bilişleriyle de olsa ince mizahlarını kullanarak yaptıklarına şahit oldum adeta. Bütün yaşamlarındaki tedbirleriyle, öncelikle eşeklerini, develerini ipinden bağlayıp sonrasında tevekkül etme hallerini görüyoruz.

‎· İsmi doğal ama havalı, içeriği dopdolu kitabınızın okurlarınızdan çokça olumlu tepki aldığı hissine kapılıyorum. Bu tepkiler arasında sizi gülümseten, ilginç gelen bir ileti var mıdır?

‎”Havamız Olsun” kitap ismi ve kapak görseli üzerinden gerek dikkat çekicilik gerekse de ironik tarzlarda olumlu geri dönüşleri aldığım oldu. Olumsuz anlamda ise arkaik bazı kelimelerin, ifadelerin kitapta yer alması cihetiyle, özellikle genç okurların anlamasını zorlaştırdığı noktalarında eleştiriler aldım.

‎· “Havamız Olsun” adlı kitabınızın, daha önce çıkan kitaplarınız arasında farklı bir yeri var mı?

‎Her kitabın ayrı ayrı kendine göre farklılıkları ve güzellikleri olmalıdır. “Havamız Olsun” mesleki formasyonu da içerisinde barındıran konulu bir kitap. Yazım dünyasında, hava ve parametreleri konusunda münferit yazılar olsa da kitap cesametinde çokta eserin olmadığını fark ettim. Bu bağlamda kıymetli buluyorum.

‎· Uzun zamandır Kültür Ajanda Dergimizin “Kitaplık” takdim ve tavsiye bölümü hazırlıyorsunuz. Bizler de istifade ediyoruz. Kitaplarla kurduğunuz bağın dünü, bugünü ve gelecek zamanlara dair hedeflerinden söz eder misiniz?

‎Daha çok ilgi alanıma göre, popülaritenin uzağında kalan, düzeyli edebiyat kitapları okumaya çalışıyorum. Kitapların daha çok iyime gidenleri hakkında da yazılar yazıyorum. Kültür Ajanda dergimizin -Kitaplık- bölümü de bana motivasyon verdi. Zaman içerisinde de bu yazdıklarımı kitaplaştırıyorum. Bu işi ne kadar beceriyorum bilemiyorum ama en azından bu vesile ile okuma serüvenimi aktif tutuyorum. Başka bir cihetten, zaman zaman, “bir dirhem bal için bir çuval keçiboynuzu yeme” halini de yaşamıyor değilim.

‎· Okumayı külfetten sayan, seyretmeyi tercih edenler için bir tavsiyeniz olur mu?

‎Okumak ile seyretmek arasında bir denge kurmak önemli. Okumak daha çok bilgilenmeyi ve hayal kurmayı çağrıştırırken, seyretmek daha çok yaşamayı, keyif almayı ve yoldaşlığı imlediğini kabul edersek her ikisini de insanın hallerinden olduğunu düşünebiliriz. Önemli olan birini yaşatırken diğerini ihmal etmemek olmalıdır. Her ikisiyle beraber yoldaşlık eden ekmeldir. Gençlerin hayat felsefelerini seyretmekten ziyade daha çok kitaplar ve gözlemlemeler üzerinden edinmelerini doğrucu bir yaklaşım olarak görüyorum.

‎· Okumaya sevdalı olanlar için temennileriniz var mı?

‎Okumaya sevdalı olanlar için pek temenniye ihtiyaç yok sanırım. Okuma alışkanlığı olmayanların kitaplarla buluşmalarını temenni ederim. Sonuç olarak, soylu yükselişlerin basamaklarını çok okumak gibi çabalar belirlemektedir.

‎· Peki, İlkay coşkun hangi mevsimdir? Hangi mevsimi kuşanmayı sever kalbiniz?

‎Şu mevsim demek zor ama favori mevsimin çoğu şair gibi güz olsa gerek. Beden olarak kışa doğru yol alsak da yüreğimizin bir tarafında hep ilkbaharı da yaşatırız. Kültürel saiklerimizden gelen bütün mevsimleri bir şekilde taşımaktayız. Bu da kadim medeniyetimizin irfanı yönlerini ortaya çıkaran temlerinden birisidir kanımca. Mevsimlerle beraber dünya yollarında revan olurken, bir taraftan da kendi içimize doğru uzun bir yolculukta olduğumuzu unutmamak gerekiyor.

‎· Bu havalı sohbetiniz için dergimiz ve şahsım adına teşekkür ediyorum, Havamız Olsun ve tüm kitaplarınızın pek çok akla ve kalbe dokunmasını diliyorum.

‎Kübra Hanım size; kitaplarla, dergilerle iç içe şiir gibi güzel bir hayat dilerim. Yeni çıkan “Havamız Olsun” kitabım üzerine sorduğunuz bu güzel sorular için size, Kültür Ajanda dergimizin kaptanı Nesrin Çaylı hanıma ve bütün ekibe ben de çok teşekkür ederim.



İlkay Coşkun

‎1971 yılında Yozgat Çayıralan’da doğdu. İrade gazetesinde (Sivas) köşe yazarlığı yaptı. Radyo Hilal’de “İlkay Coşkun’la Edebi Sohbetler” isimli programı hazırlayıp sundu. Somut (görsel) ve deneysel şiirlerinin bazıları Ukrayna Kiev Üniversitesi akademik çalışmasına konu oldu ve Ukraynacaya çevrildi. Kültür Ajanda başta olmak üzere otuzu aşkın dergide ve kitapta, şiirleri ve yazıları yayınlandı. Halen bir kamu kuruluşunda mühendis olarak görev yapmaktadır.

‎Yayınlanmış Eserleri:

‎Havamız Olsun (Deneme, 2025)
‎Kitap Gözü (İnceleme, 2023)
‎Cenne (Deneme, 2023)
‎Tekrarın Tiryakisi Zaman (Sinan Ayhan ile birlikte, Şiir, 2022)
‎İç Hatlar (Deneme, 2020)
‎Artı Uç (Şiir, 2020)
‎Kahve Bahane (Deneme, 2018)
‎Bimola (Şiir, 2017)
‎Bilonsa (Şiir, 2012)
‎Düş Yolcusu (Şiir, 2011)
‎Nağmeler (Şiir, 2008)









Yüzümün Atlas Rüzgârı

“Yüzümün Atlas Rüzgârı”nda ki Ağır Yük

‎”Yüzümün Atlas Rüzgârı” Şair Ahmet Tepe’nin Ocak 2025'te Fabrik Kitap etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu üçüncü şiir kitabıdır. Yirmi şiirin yer aldığı kitap altmışaltı sayfa hacmindedir. Kitap isminin, “Bir Akşam Şehri Basan Barbarlar” şiirinde geçen “Yüzümün atlas rüzgârındandı alınganlığım” imgesine mülhem verilmiş olabileceğini anlıyoruz. (s. 38)

‎‎Şairin diğer iki şiir kitabını da okumuş olmam hasebiyle, şairin şiirleri hakkında bir ön fikrim oluşmuştu. Bu şiir kitabında da biçem ve nitelik olarak, diğerleriyle beraber benzer güzergâhta yol almakta olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Şairin şiir felsefesinin, çağımızda yaşanan zorluklara karşı duyarlı olma bilinciyle işlenmektedir. Düşünce ve eylem anlamında bir mücadele bilinci böylelikle taşınmaktadır. Şairin, Müslüman coğrafyaların sıkıntılarıyla hemhal oluşu ve hassasiyeti dikkat celp etmektedir. Başka bir jargon olarak da toplumcu-gerçekçi anlayışının bir başka sürümü olarak da nitelendirebiliriz. Bu toplumcu, duyarlı anlayış, suya sabuna dokunan sahici bir hassasiyet taşımaktadır.

‎Şiirlerin daha çok kavramlar ve kimi isimlendirmeler üzerinden yol almakta olduğunu söylesek yeridir. Bu anlatımların ehramının tepesinde “akşam, gece, ölüm, yalnızlık, kalp” gibi kimi kelimelerle çokça karşılaşmaktayız. Bunlara ek olarak şehir ve eylül olgusu gibi yan içeriklerde yer almaktadır. Bu ifadeler üzerinden bir bellekte oluşturulmaktadır elbette. Bu kavramların daha çok zaman olgusu üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Başka bir ifadeyle akşam ve gece vurguları daha çok zamansal bir hüviyette yol almaktadır. “O ıslak akşam, mümin akşam, akşamın sonsuz rengi, akşamın çok uzak yeri, yine bir akşam, yasımızın ilk gecesi, yetim bir akşam, akşam güneşi, akşam rüzgârı, yanımda akşamlar, sessiz geceler, uzak gece, yüzümdeki gece, geceyi beklemek, gecesi yangın, her gece” gibi birçoğunu sıralayabiliriz. “Günün en güzel vaktidir akşam” (s. 49), “Karanlık dünya, suskun gece ve bu yürek” (s. 58) Şiir bölümleriyle hem zamansal vurgu pekiştirilmekte hem de anlatım bu ifadeler üzerinden betimlenmektedir.

‎Şairin şiir dilini ve anlatım üslubunu kavramamız açısından seçtiğim bazı şiir bölümlerini buraya taşımak istiyorum izninizle. “Veda turnaları doldururdu göğün bütün entarilerini/ Gözlerim uzaklarda kalırdı sen gittiğinde” (s. 13), “Ey zülfünü boynuma dolayan korku, bırak geçeyim/ Bir küheylan bırakayım sabahın tenha evine/ Yanan yerlerimi şafağın tülbendiyle örteyim/ Güller düşüreyim aşkın kanayan kanaviçesine” (s. 14), “Ben dünyanın Allah'a bakan yüzünü seviyorum” (s. 19)

‎Şiirlerde yer yer rindane bir üslup kendisini hissettiriyor. Yani bazı şiir bölümleri niyaz halini taşımaktadır. “Büyük bir ağrıyla karşındayım Allah’ım” (s. 21) Şairin, kitabımın son bölümünü Filistin mücadelesine ayırmış olduğunu görmekteyiz. Bunu da en belirgin Filistinli çocuk “Rim” için yazılan “Suç Mahallinde Özçekim” şiirinde okuyoruz. Başkaca, “Uzaklar ki Umudun Rengi” şiirinde; “Öfkenin ve acının yüzüdür/ Daha fazla utanç daha fazla kefen daha fazla Filistin/ Koş yalnızlığıma daha hızlı” (s. 41) Bütün bu anlatımlarda derin yaralanmışlığı ve dipte çırpınmayı hissediyor okur. Bu ölümlerle beraber bir hırpalanma ve dertlenme benzeri bir hüzün hali de taşınmaktadır. Şiirlerin devamında da “Sesli Dua” şiiriyle eser nihayetlenmektedir.

‎Şiirlerin genelinde “Biz” birinci çoğul şahıs üzerinden anlatım şekillenmektedir. Şiirlerde, İstanbul, İsfahan gibi yer isimlerinin yanında, Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve İshak, İsa, Davud, Musa, İbrahim Peygamberlere göndermeler de bulunulmaktadır. “Kağşamış, taflan, içrek, ağmak, selfie” gibi birbirinden farklı kelimelerle de karşılaşmaktayız.

‎Öz olarak, şiirler duyarlı ve sezgisel bir bütünlük içerisindedir. Derinlikli ve modern bir söyleyiş üslubunda şiirler kendisini okutuyor. Müslümanlara yönelik toplumsal bir iletinin yanında beklentileri taşıyan bir manifesto hüviyeti taşımaktadır. Daha yalın bir ifadeyle Müslüman halklarının yanında duruş ve yaşanılan zulümlere karşı duruşları da ihtiva etmektedir. Sofistike nüveler barındıran hikemî bir tavır da şiir öznelliği ve şair özgücülüğünü taşıyor. Kapalı bir anlatımda daha çok sezindiren, kendinden menkul güzel şiirler okudum efendim. Tavsiyemdir, iyi okumalar.

‎Ahmet Tepe

‎1973 yılında Adıyaman, Samsat'ta doğdu. 1998'de Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Aynı yıl Gaziantep/İslahiye'de göreve başladı. Şiirleri; Temmuz, Yedi İklim, Hece, Yitiksöz ve Ay Vakti dergilerinde yayımlandı. Evli ve dört çocuk babasıdır.

‎Eserleri:

‎Yüzümün Atlas Rüzgârı
‎Ağrı'nın Ulağı (Temmuz Yayınları)
‎Böyle Uzakta (Hece Yayınları)


‎İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 141, Ağustos 2025




 

8 Temmuz 2025 Salı

Millet Olma

Millet Olma

‎Hem şehit kanlarıyla yoğrulmuş hem de adına türküler yakılmış aziz topraklarda yaşıyoruz. İslamiyet’le mecz edilmiş ülkemizde, kadim değerlerle mücehhez varisler konumundayız. Başka bir ifadeyle, millet olma bilincinin ve Anadoluluğun dip derin şuurunun toplayıcıları konumundayız. Her ne kadar çevremiz de olan savaşlar ve oynanan oyunlar mevsimlerimizi baharsızlaştırıyor olsa da tamamen güzelliklerimizi yok etmeye güçleri yetiyor değil.
‎Sıkıntılar, zorluklar hep dip dibe yanı başımızda. Dışımızdan ve içimizden hep saldırılara maruz kalıyoruz. Mesela, olumsuzluk nakaratını çokça tekrarlama hastalıkları, bizleri paçalarımızdan çekiştiriyor. Öyle ki geniş kitleler bu ruh haliyle olumsuzluğa mahkûm edilip bir nevi yokluğa, çaresizliğe sürükleniyor. Bu hal, bir süre sonra öğrenilmiş çaresizliğe evirilip kronikleşiyor. Bunların karşısında, idealleri uğruna cefa çekmeyi rahatlıklarına yeğleyen değerlerimiz yok değil. İyi ki de varlar. Kendi özgürlüğünün esiri olma, çağımızın bir diğer önemli hastalığı olsa gerek. Arzumuz böyle bir esarete kapılmadan; toplumun, milletin dertleriyle hemhal olma gayretinde olmaktır. Akdeniz iklimi insanları için söylenegelen rahatlık ve rehavet halinin daha çok çalışkan, planlı ve programlı olmaya yönelten gayretlerin yanında durmayla mümkün olacaktır. Erken hareket ederek; çağa, zamana, olaylara ve zorluklara erken müdahaleler, bu doğrultuda yol alma; günün ve bütün zamanın önünde yürümekle mümkün olacaktır.
‎Savaşları, yokluğu, muhanneti yaşamış olan atalarımız bizlere derslerin en büyüklerini vermişlerdir elbette. Kanaat göstermeyi, yetinmeyi öğretmişlerdir. “Az’ın ne kadar çok olduğunu yok bilir” gibi birçok öğretileri bizlere rehberlik etmektedir. Her çağda yaşanılan varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık gibi bütün zıtlıklar; insanlığın tekâmülüne yönelik şifrelerini faş edecektir. İyi ki diğerkâmlık, vicdan, merhamet gibi birçok duygudaşlığı yanımızda taşıyoruz. Öyle ya merhamet, masum olduğu için her kalpte misafir olmayacaktır. Merhamet, kanaat, vicdan gibi bütün bu duygular kadim değerler üzerinde inşa edilip ulvi bir anlayış silsilesiyle yolunu alacaktır. Bütün bu değerleri barındıran her bir nesille beraber yenilenen nevrestelerin güzellikleri toplumumuzu taşıyacaktır. Kuru kuru hamasetten daha çok kazanımlarımız ve zenginliğimiz her daim filizlenip bizleri oyunda tutacaktır. 
‎Şeytanın bile Müslüman mintanı giyinmiş olduğu zamanlarda bulunmak oldukça zor elbette. Çok çalışmayla beraber, ömürleri törpüleyen zamanın önünde durup kalplere ve vicdanlara dokunmak gerekiyor. Direnç, ümit ve şükür üçlü sacayağını muhkem kılmamız bu bağlamda çok önemli olmaktadır. Milletimizin, yaşayan ruhuyla aidiyet duygusu yan yana olmalıdır. Ülkümüzün periferisindeki kadim anlayışlarımızla beraber dipdiri bir halde... Her türden olumsuzluğa rağmen, nasıl ki darda kaldığımız zaman yeni kahramanlar çıkarıyorsak, her daim yiğit olan insanımızın yolunu da açıp işlerini kolaylamamız gerekiyor. Velhasıl, millet ve ümmet olarak yükümüz ağır. Genetiğimizden, kodlarımızdan, dilimizden, dinimizden ve kültürümüzden gelen bu kadar şümullenmiş olguyu küfemizde her daim taşıyacağız Allah’ın izniyle. Malazgirt’te hayali kurulan, Söğüt’te rüyası görülen, Çanakkale’de kapısı açılan, Edirne’de planı yapılan büyük bir ülkü bu, bir kızıl elma...
‎İlkay Coşkun 
‎Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 140, Temmuz 2025

28 Haziran 2025 Cumartesi

Hayalografi

“Hayalografi” Kitabında Hayâl ile Gerçeklik

‎”Hayalografi” Yazar Emine Türker Özgen'in, Aralık 2024'te, Günce Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu anlatı kitabıdır. İki yüz sekiz sayfa hacmindeki kitapta, otuz yazı yer almaktadır. Yazım hayatında, şiirde, edebiyatta, resimde, musiki de, tiyatroda, sinemada, bilimde iz bırakmış olan otuz kıymetli isme yer verilmektedir. Öyle ki bu isimler, Türk edebiyatında, sanatında en temel, en gümrah, en örnek numune özellik taşımaktadırlar. Bu isimlerin en önemli özelliklerinden bir başkası da ilham veren yönlerinin olmasıdır.
‎İzninizle bu isimleri sıralamak istiyorum. “Afife Jale, Orhan Veli, Edip Cansever, Nazım Hikmet, Salah Birsel, Cemal Süreya, Gülten Akın, Âşık Veysel, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Leyla Erbil, Can Yücel, Fakir Baykurt, Behçet Necatigil, Ferhan Saylıman. Tezer Özlü, Sevim Budak, Azra Erhat, Rıfat Ilgaz, Adile Naşit, Tarık Akan, Fatma Girik, Tuncel Kurtiz, Nezihe Muhiddin, Muazzez İlmiye Çığ, Türkan Saylan, Münir Nurettin Selçuk. Timur Selçuk, Fikret Mualla Saygı” isimlerini sıralayabilirim. Anlatımlar bu isimlerle sınırlı kalmaz. Bu kıymetlerin hayatlarına dokunmuş ve çağdaşı olmuş, “Bedia Muvahhit, Halide Edip, Yıldız Kenter, Cahide Sonku, Oktay Rıfat, Metin Eloğlu, Abidin Dino, Ara Güler, Neyzen Tevfik, Ertem Eğilmez” gibi yazmakta zorlandığım onlarca başka isme de yer verilmektedir.
‎Yazıya, şiire, müziğe, tiyatroya, sinemaya, musikiye nasıl başladıkları, ilk edebi ürünleri, yazdıkları dergiler, yaşadıkları edebi sanat muhiti, mekânlar, evlilikleri, aile hayatları, hayâlleri, kırgınlıkları, mücadeleleri gibi birçok hayat evreleri samimi bir dille ve insani bir üslupla ele alınıp işlenmektedir. Anlatımlarda, kahramanların yaşadıkları, zaman zaman vakitlendikleri yerler ve mekânlarda dikkat çekmektedir. Bu nokta da İstanbul başat mekân olarak dikkat çekiyor. Ankara, İzmir, Eskişehir, Bilecik, Yozgat, Balıkesir, Çukurova, Bursa gibi Anadolu’nun birçok şehrini görmemiz mümkün. Hatta Hollanda, Almanya gibi yaşanılan başka yerleri de bunlara dâhil edebiliriz.
‎Yazılar, hayâl ile gerçek arası bir buluşmayı kapsamaktadır. Alanında iz bırakmış çoğu ismin tanınmış, bilinen olmalarından mütevellit anlatımın gerçekçi ve biyografiye daha çok yaslanmış olduğunu söylesek yeridir. Başka bir ifadeyle, hikâye tarzı, biyografi anlatımlarının kurmaca gerçeklikten ziyade daha çok nesnel gerçekliğinin etkisi altında olduğunu söylesek yeridir.
‎Yaşanılan zaman diliminin ve geçmiş çağın yaşanmışlıkları, hayatlar üzerinden anlamlı bir şekilde resmedilmektedir. Adeta bir nostalji yolculuğuna çıkılmaktadır. Yaşanmışlıklara yönelik bu anlatım dili, yer yer ilgili kahramanın ağzından yapılsa da daha çok Hayalografi yazarının sesini gür bir şekilde duyurmaktadır. Birinci tekil şahıs üzerinden anlatılan hayatlar, ilk elden “içeri”den bir bakışla ele alınmaktadır. Bu da okura içten gelen bir değini güzelliği sunmaktadır. İz bırakan bu kişiler ünlerini, tanınmışlıklarını, zorluklarla yaşayıp sahici hayatlarını yaşamışlardır.
‎Kitapta altını çizdiğim bazı bölümleri burada paylaşmak istiyorum izninizle. Bunlardan birisi, 26 Kasım 1954 yılında Kapalı Çarşı'nın yirmi sekiz gün boyunca yanması hadisesidir. Bu süreçte 1364 dükkân zarar görmüştür. Sabahattin Ali, Almanya'da Frolayn Puder isminde bir kadına âşık olur. “Kürk Mantolu Kadın” eserinin oradan geldiğine inanılır. Başka alıntılar da şu şekildedir. “İnsan yıldızları ne zaman göremez bilir misiniz? Ya hiç bakmamışsa ya da çok bakmışsa! Ya açlığındandır görmeyişi ya da artık doymuş, kanıksamış olduğundan” (s. 105 - Behçet Necatigil), “Prometheus’un tanrılardan çaldığı o ateşin ışığı nereye kadar uzayıp giderse? Yeni bir yolu, Mavi Anadolu Hümanistlerinin yolunu haberdar ediyordu sevdiğine” (s. 133), “Bildiği şeyleri yaşayan insanlardan sıkılıyorum” (s. 171 - Tuncel Kurtiz) Son bir örnekle bu bahsi sonlandıralım. “Sevgi her şeyin temel taşı değil miydi? Eski Türklerde çarıkların burunları yukarı doğrudur; neden biliyor musunuz? Yürürken otları kesmesin, incitmesin diye” (s. 185)
‎Yazılar içeriğinde yıldız işaretiyle alıntı bölümleriyle, yazarın kendi değerlendirmelerinin ve anlatımlarının mecz edildiğini görmekteyiz. Bu birliktelikten öykü tadında bir anlatım çıkmaktadır. Yazılarda ki tanınmış isimleri kaldırın ve tanınmamış isimlerle yer değiştirin, tam bir öykü okuması tadına ulaşırsınız. Başka bir taraftan yazar, anlattığı aksiyoner isimlere sonunda öldü demez. “Kanatlandı, bulutların üstünde dünyaya baktı, en acıklı öyküyü bırakıp erkenden yumdu gözlerini” şeklinde daha incelikli bir perspektiften olaya bakar. Ek olarak, Aziz Nesin’in gerçek isminin
‎Mehmet Nusret olduğunu öğreniyoruz. “Dramaturg, kaknem, tonika, türs, mahlep, tevessü, lepracı” gibi kimi kelimler için de sözlüğe bakmak gibi bir durumu da yaşamaktayız.
‎Yazar, muhtemeldir ki Hayalografi serisini devam ettirecek daha çok sayıda iz bırakmış olanlarla kitabın devamını sağlayacaktır. Yazarın havsalasında bu yazılara namzet belli kişiler vardır ama benim gözlemlediğim hem muhalif hem de aksülamel duruşları olanların çoğunlukta olduğudur. Yaşam felsefeleri üzerinden, felsefi derinliği ve anlamı olan edimler bütününün bir resmi çiziliyor. Başka bir taraftan Kemal Özer sözüne mülhem genişleterek söylersek; “Şair, yazar, kültür ve sanat insanları bilinç işçileridir” sözündeki gibi “bilinç işçiliği” olgusunun içerisini dolduran karakterde olduklarını söylesek yanlış olmaz. Adeta şiirde, edebiyatta ve sanatın diğer dallarında örnek bir rol model silsilesi takip edilmektedir.
‎Özet olarak, geçtiğimiz son yüzyılın tarihi derinliklerinde edebiyatta, sanatta memba edinmiş iz bırakmış, otuz tanınmış ismin hayatlarının, alışılmış biyografi yazılarının dışında, bir öykü üslubuyla işlendiğini söyleyelim. Böylelikle okurun yüreğine dokunan, içten bir anlatım üslubu üzerinden hayatlara dokunalım. Öyle ki yazar sadece övme ve ululama perspektifinden hareket etmez. Bütün hayâlleriyle birlikte hayatlara nüfuz eder adeta. Bu nokta da yazarın başarısı, ismi geçen kahramanları yüreklerinden yakalamış olduğu gerçeğidir. Anlatıda geçen bütün bu mücadeleler, toplumun özgür ve kendi kendine yeterli bireyler olma çabalarını desteklemektedir. İyi okumalar dilerim.
‎İlkay Coşkun
‎Papatya Edebiyat Kültür Dergisi
Sayı 17, Haziran Temmuz 2025




11 Haziran 2025 Çarşamba

Baba

Anne Gölgesinde Ulu Bir Çınar

Anne ile baba arasında irsiyetten, yaratılışından gelen herkesçe malum belirli farklar vardır. Bunlar hayatı renklendiriyor bir bakıma. Babalarda, anneler gibi benzer yapıda olsalardı hayat daha yeknesak daha tekdüze olmaz mıydı? Her ne kadar babalar sevgilerini göstermekte pek mahir olamasalar da baba yüreğinin mahbesinde çok sevgiler taşındığını biliriz. Evladın, annenin, babanın genel anlamda her insanın iyisi de var kötüsü de vardır elbette. Bütün bu değerlendirmemiz ortalama iyi insanlar cihetinde ele alınmaktadır. 

Her çocuğun yolculuğu anne ile başlıyor gözükse de en baştan beridir baba da bu yolculuğun asli üyesidir. Anne, çocuk cihetiyle babanın her zaman önündedir. Bu değer kıymeti de hak ediyor elbette. Bir itirazımız olamaz ama babayı da ihmal etmemek gerekiyor. Bu durumu çok güzel bir izahatla biraz da ajite ederek “Baba, evin en garibanıdır” diyerek bir tespitte bulunur Yazar Vedat Güneş. “Yok canım, o kadar da değildir hani” diyenler olabilir ama böyle bir de gerçekliği yok sayamayız.

Öyle ki hayat şen şadıman değil sadece. Sıkıntılar, zorluklar ve kütüklükler hep insanlarda olan haller. Varlıklarında çok bir kıymetini bilemediğimiz babalarımız, yokluklarında da sırtımızı yaslamayı arzuladığımız dağlar gibidirler. Aynı evlat, anne, eş ve kardeş ölümleri gibi baba ölümleri de büyük ağızlı acılar yaşatır bizlere. Hatta sıladan göçlerde dahi gurbete çıkan hep evlatta olsa daha çok garip kalan babalar ve annelerdir. Hani hep söylenegelir ya özellikle yaşlılıkta, babalar, anneler gibi eve çok kolay sığmadıkları. Doğrudur elbet. İçi içine sığmayan bir baba profilinin yanında, annelerin eve alışkın ve yatkın olmaları burada önemli bir etken olmalı.

Erkek adama çokta yakıştırılamayan hüzün, ağıt; el alem denilen koronun bilmediği öyle çok kırgınlıkları, kırılmaları taşırlar ki bilemeyiz. “En son babalar duyar” isminde bir dizi filmimiz vardı bilirsiniz. Hatırlanacağı üzere, kültürümüzde de olan, babaya her şeyi söyleyememe, yerine göre çekince gibi bazı kültürel sınırların olumlu yanları kadar olumsuz yanları da barındırdığını biliriz. Öyle ki toplumumuz her ne kadar ataerkil anlayış üzerine inşa olunsa da ataerkilin bünyesinde anaerkil damarın daha baskın olduğunu da biliriz.

Baba özlemlerinde, Fatih Kısaparmak’ın şarkısında geçen sözler hep hatırımdadır. “Ağlama mazlum babam/ Ağlama naçar babam/ Kara gün geçer babam, hey/ Bir kapıyı kapayan/ Gene açar babam/ Allah büyük babam, hey” Kulaklarımız ne kadar aşina değil mi? Aziz Nesin'in şiirinde de bahsettiği gibi kimi zaman baba- evlat birbirine uymasa da babalar hep el üstündedir. “...Dünyada tek elini öptüğüm/ Babamdır/ Kırkını geçtin, adam olmadın der/ Başım önünde dinlerim/ Önünde tek baş eğdiğim babamdır/ Sabahlara dek Kur'an okur/ Anamın ruhuna, / İnanır ona kavuşacağına/ Bana gâvur der/ Diş bilemeden / Dünyada tek bağışladığı ben/ Tek bağışladığım odur/ Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma/ Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden/ Çocuklar ortada kalacak/ Ölemez kahrımdan benim/ Yaşamak zorunda benim yüzümden./ Gözlerindeki ateş bakışlarında söner/ Tuttuğun altın olsun der./ Çocukluğumu tek anlayan odur/ Dünyaların en iyi babası benim babamdır...”

Sözü dinlenen belagat sahibi büyüklerimize, babalarımıza, dedelerimize hep gıpta ve hayranlıkla ile bakmışımdır. Nasip olursa yaşlılığımı ben de hep böyle hayal etmişimdir. Öyle ki baba, amca, dede muhabbeti diye bir şey hep vardır. Bu muhabbetlerde hayatı daha yumuşatıp, daha yaşanılır kılmayı gösteren şifreler taşınır. Üzerinde asaleti taşıyan izanlar vardır. Nazenin, soylu yükselişlerin güzelliklerini ihtiva ederler. Adam, adam gölgesinde yetişir anlayışının içini dolduran cevherlerdendir.

Her ne kadar anne hakkında sarf edilen sözler kadar olmasa da baba üzerine de çokça şey söylenmiştir. Japonlar, “Baba sevgisinin dağlardan yüce, ana sevgisinin ise denizlerden derindir” demektedirler. George Herbert; “Bir baba, yüzlerce okul hocasına bedeldir” diyerek bir kıyaslamada bulunur. Ebeveynler içinde her ne kadar anne üzerine yazılan kitaplar çoğunlukta olsa da baba üzerine yazılanlar da yok değil. Kitaplar, türküler, şarkılar şeklinde sıralayabileceğimiz uzunca bir liste var elbette. Bunların en çok bilinenleri Franz Kafka’nın “Babaya Mektup” kitabıdır. Bu kitap daha çok problemli, sorunlu bir baba ile çekingen bir evladın yaşadıklarının yazıya dökülmüş halidir. Bizden de Orhan Kemal’in “Baba Evi” otobiyografi eserini örnek verebilirim. Türkülerimiz de şarkılarımız da baba temasına değinileri bolca görmemiz mümkün.

Son yıllardaki kadın ve erkek arasında ki rol değişimleri olsa da yine de evlerin çoğu umuru babaların üzerindedir. Çocukların ihtiyaçları, evin bütçesini hala yola koymak gibi uğraşlar başat görevlerindendir. Bıçağı keskin olan bu çağımızda babalar çoğu olumsuz gidişatlardan etkilenmektedirler muhakkak. Her ne kadar Montaigne, olumsuz gidişatları her çağa özgü hastalıklar olarak görmüş olsa da yaşadığımız çağa özgü hastalıklarda bir o kadar var elbette. İnsanların içinde uluyan yalnızlık zamanlarını da yaşıyoruz maalesef. Saygı ve sevgi olgularının çokça örselenmelerini de… Sonuçta huzur bulunan, baba omzu denen bir yer var ve bu baba gölgesi çınar gibi dağ gibi kuvvet verip insanlığı aydınlatmaktadır.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 139, Haziran 2025






Aslın Astarı

“Aslın Astarı” Kitabının Şifreleri

“Aslın Astarı”, Yazar Aynur Özçelik’in Mart 2025’te, KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu ilk deneme kitabıdır. Elli deneme yazısı ile çiçeği burnunda yeni bir eser. Yüz yetmiş iki sayfa hacmindedir. Kitaptan edindiğim ilk intiba bütün yazıların, Müslümanca bir duruşun, duyuşun ve tavrın sabitesinde yol aldığını söyleyebilirim. Başka bir ifade ile, Kur'an'da geçen “denge” ve “ölçü” doğrultusunda bir bakış serimleniyor.

Kitabın içeriği üzerinden devam edecek olursam; Tematik olarak, “batının şarkiyatçı-oryantalist zihniyeti, göç, acılarımızın ön cephesi hüviyetindeki Kudüs-Filistin zulmü, bu bağlamda İslam düşmanlığı, Rusya-Ukrayna savaşı, ırkçılık, deprem, modernleşme, bütün darbelerle beraber 15 Temmuz darbe girişimi, Fetö, Lgbt, kadınlardaki güzellik algısı, camilerde kadınlarımıza ayrılan yerler üzerine bir eleştiri, evlilik, köy odaları, türkü, kilim, çeyiz sandığı, turnalar, tatil, bayramlarımız, sıla-i rahim, sağlık, yol-yolcu. Soyut kavramlar olarak da saygı, dua, sevgi-aşk” gibi birçok konuya değinildiğini görmekteyiz. Bütün anlatımlarda, titiz bir irdeleme ile birlikte derin bir sorgulayış, ayrıntı sekmenleriyle beraber konuların içeriğine nüfuz edilmektedir. Beklenti ve arzuhal yaklaşımlarla içerik daha da zenginleştirilmektedir.

Mamafih, kadim medeniyetimizin kökleri üzerinden yeniden filizlenecek dönüş ile beraber bir medeniyet arzusu tasavvur edilmektedir. Bu bağlamda anlatımlarda hep bir senkronik duygudaşlık haliyle yol alınıyor. Bu da soylu bir yükselişin basamaklarını oluşturuyor. Orta Doğu başta olmak üzere bütün Müslüman ülkelerde hep bir ağır yaşam sancıları çekilmektedir ne yazık ki. Batıya öykünmeden, sorunlarımıza yönelik bütün çözümlerin kendi içimizde olduğu, bu doğrultuda hareket etmemiz gerektiğinin özgüveni ve erki, vurgularıyla altı çizilmektedir. Merhum Nurettin Topçu’nun “Millet dini, onun ahlâkını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslâm medeniyetine yön ve kaynak olmuş İslâm dinidir” anlayışındaki Anadolu mahreçli medeniyet tasavvuru da böyle olsa gerek. Tarihten ve kadim medeniyet anlayışımızdan gelen daha çok sevgi, merhamet, hak, adalet ve vicdan nehirlerinden ziyadesiyle nasiplenmemizle olacaktır. Öyle ki ırmaklar, denizin kokusunu böyle böyle yanlarına alacaktır.

Yazarın, anlatım dilini anlayabilmemiz adına, kitapta altını çizdiğim, alıntıları da içeren birkaç bölümü burada paylaşmak istiyorum izninizle. “Mete Han'ın, savaşacağı Çin ordusunun kendi ordusundan sayıca üstünlüğünü gördüğünde vezirinin, “Ne düşünüyorsunuz efendim?” sorusuna “Bu kadar Çinliyi nereye gömeceği mi” şeklinde verdiği cevabı ve aldığı netice, rasyonel aklın kaidelerinin dışındaki olaylardır” (s. 79), “Nice azlar, çoklara üstün gelecek ve inanmış toplulukların direnişinden bir şuur filizlenecektir” (s. 80), “Kaç kişi duyuyor bilinmez. Herkesin kulağı kendi sesinin peşinde...” (s. 92) Son olarak da Yazar Nesrin Çaylı Hanımdan alıntı bir sözle örneklendirmelerimizi nihayetlendirelim. “Keder göçebedir ve göçebeler maddî-manevî beslendikleri diyarı yurt tutarlar. Ömrümüzdeki kederleri besleyip ağırlamamalı ki kalbimizi yurt tutmasınlar” (s. 110)

Bunlarla beraber anlatımlarda, dilimizden ve kadim ruh medeniyetimizden çokça kelimeye de yer verilmektedir. Bunların bazıları şu şekildedir. “Rüçhan (üstünlük), Necef, ampirik (deneysel), kuvve (düşünce, tasarı), estet (güzel duyu), akut, gayya, ifsat (kargaşa), hezaran (pek çok), Faris, tenakus, broş, tenasüd (dayanışma), râz (sırlı, esrarlı), rikkat (nezaket), mazruf, hükümferma (hükmeden), setret (gizlemek), natür, malayani (boş, anlamsız), kirkit (dokumacılıkta dişli tarak aracı), ve argaç, arış, çözgü” gibi bazı dokumacılık terimleriyle birlikte uzunca bir liste yapabiliriz.

Bütün bu anlatımlarda, konunun kritiği gerek kavramsal olarak gerekse de geçmişten gelen siyak-sibak bakış açılarıyla birlikte derinlikli olarak konuların ele alındığını farklı cümlelerle de olsa söylemiştik. Yerinde tahlillerle gerek ülkemizin gerekse de diğer Müslümanların gelmiş oldukları durum, tarihi olgularla beraber ele alınmaktadır. Sonuçta tarih, bizi daha az hata yapmaya sevk edecek bir tecrübeler bütünüdür filhakika. Ayrıca bütün bu anlatımlarda konular, çözüm önerileri ve teklifler ile birlikte sunulmaktadır. İçeriğin derinlikli ve etraflıca analiz edilmesinden müstefit oldum. Kitabın okunmasını tavsiye ederim. İyi okumalar dilerim.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Haziran 2025, Sayı 139




1 Haziran 2025 Pazar

Sonra Akşam

“Sonra Akşam” Şiirlerinin Çağrıştırdıkları

Şair Ercan Ata’nın aldığı ödüllerin devamında gelen ilk şiir kitabı, “Ten ve Gölge”nin ilk baskısı 2015 tarihinde yapılmış. Devamında‎ “Sonra Akşam”¹ Şairin ikinci şiir kitabıdır. Bu iki şiir kitabı üzerinden şairin şiir sesini, biçemini daha iyi gözlemleyebiliyoruz. Şiirlerde kullanılan kimi kelimeler ve imajlar üzerinden şiirlerin gelenekten beslenmiş ama modern bir söyleyiş güzergâhında yol almış olduğunu öncelikli olarak söyleyebiliriz. Her ne kadar ‘Ten ve Gölge’ de lirik bir anlatım kendisini hissettirse de her iki şiir kitabındaki ses benzerliği, üslubu ve şairin şiir dokusuyla müsellem sabitkadem bir dil üzerine yol almış olduğunu, mütenasip bir değerlendirme olarak ifade edebiliriz.

‎Şiirler tema olarak, daha çok akşam ve gece olguları üzerinden ölüm konusu işlenmektedir. Başka bir ifadeyle akşam, gece ve zaman olgularının tematize edildiğini söylesek yeridir. Bu anlatımlarda daha ziyadesiyle günün ve dahi hayatın bitimine vurgu yapılmaktadır. Öyle ya her canlının sesleri süpürülüp siluetlerinin tamamı gerisin geri kalplerine gömülecektir. Ayrıca kitabın içeriğinde, şair olgunluğunun getirisi olan hayatı ve zamanı sorgulayış şeklinde bütüncül bir bakışla konular ele alınıp işlenmektedir. Şiirlerde öne çıkan temler olarak da “ölüm, akşam, gece, zaman, ayna, kuyu, ırmak, ceylan, gül, çiçek, kuş, yağmur” gibi ifadeleri sıralayabiliriz.

‎‎Şair, çok çeşitli zengin içerikli kelimelere ve imgelere yer vermektedir. Bu farklı kelimeler, imgeler içerisinde ustalıkla yedirilmektedir. “Projektör, integral, metamorfoz (başkalaşma), liberation (kurtuluş), ahar, paradise (cennet), sabık (eski), mezamir, lal ü ebkem (dili tutulmuş), turfa (işe yaramaz), teşrin (ekim-kasım ortak adı), ariyet (karşılıksız verilen mal), sulb, mutantan (görkemli), requim (ağıt), balaylayka, biteviye (tek düze)” Bunlar gibi çok farklı kökenlerden gelen kelimeleri şiirlerde kullanabilmek, imgeler içerisinde bunların anlam bulmasını sağlamak, gerçekten usta bir şairin tezgahından geçmeyi gerektirmektedir. Ek olarak, bazı şiir bölümlerinde şair, eğik çizgi (/) ve kelime bölme ile ikili okumaya ve ikili anlama imkân vermektedir. “y’ağsam göğsüme”, “z’alim bir şehzade”, “te/cim”, “ney/iz” gibi.

‎Şiirlerde gerek alıntılar üzerinden gerekse de felsefi bakış açısından birçok şaire göndermelerde bulunmaktadır. Bu isimlere bir göz atacak olursak, “Ece Ayhan, Resul Tamgüç, Hilmi Yavuz, Necatigil, Ali Ural, Cafer Turaç, Ahmet Muhip Dranas, Turgut Uyar, Bülent Parlak, Sabahattin Ali, Kundera, Nuri Pakdil, Cemal Süreya, Rıdvan Kadir Yeşil” gibi bazı isimleri sıralayabiliriz. Şiirlerde kullanılan bu alıntılama yöntemi, Behçet Necatigil’in, “Şiir, geçmişe atıflarla ilerler” sözünün bir uygulama timsali gibi gözüküyor. Bunlarla birlikte akşam şairi Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç gibi birçok şairlerimizin manevi izlerini de bir nevi nazire şiir anlayışıyla duyumsamaktayız. Bizim de Şair Sinan Ayhan ile birlikte hazırladığımız, zaman temasını işlediğimiz, “Tekrarın Tiryakisi Zaman” nazire şiir kitabımızı da tema ve yazım türü olarak burada örnek olarak vermek istiyorum.

‎Şairin, şiir dilinin daha iyi anlaşılabilmesi adına şiirlerden kısa kısa bazı bölümleri burada paylaşmak istiyorum izninizle. “Kudurgan gövdelerimizde depreşen arzu/ darağacında insandan geriye kalan üç beş söz” (s. 12), “Nice özge can vakitsiz koparken hayattan/ ölüm, en çok bir genç kızın alnına yaraşır!” (s. 13), “Hastalıklar ağır, yalnızlık katran karası/ mevsimler biteviye yanar/ gitgide ağırlaşır dünya/ müzmin kaybedeni değilsek bu hayatın/ ney/iz ki biz?” (Eklenti şiiri, s. 32) “Sokakta bulmadık bu savaşı/ -damarlarımızı kesseler mavi akar Marmara'mız/ sonsuza çıkar daima özgürlük yolumuz-”(s. 47) Bu anlatımlarda biraz hayattan imgeler, birazda şiirlerden yeni bir hayat devşirilmiş gözüküyor değil mi?

‎Öz olarak şiirler, gelenekten beslenmiş gözükse de daha çok şehirliliğiyle maruf, fütüristtik bir tarzda konumlandırabiliriz. Daha çok içvarlığa hitap eden mücerret, soyut bir söyleyişin hâkim olduğunu söylesek yeridir. Şiirlerde mananın müphemliği yok denecek kadar az, daha sarih bir cihette yolunu almaktadır. Son tahlilde, şiirlerde imge, simge, çağrışım ve tezyinatta abartıya hiç kaçılmamış ama imkânlarından da bolca istifade edilmiş gözüküyor. Öyle ki şair, yazdığı bu şiirlerle, kendi şiir çatkısını pekâlâ kurmuş gözüküyor. Şairi, okunası bu derinlikli eserinden dolayı kutlarız.

¹ “Sonra Akşam”, Şair Ercan Ata’nın, Şubat 2025'te Çıra Edebiyat etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu, “Ten ve Gölge”den sonraki ikinci şiir kitabıdır. Otuz iki şiirin yer aldığı kitap yetmiş sayfa hacmindedir. Şiirler, dört bölüm başlığında tasniflenmiş. Şiir bölümleri şu şekildedir. “Akşama Doğru, Durgun Zaman, Ölüme Doğru, Kayıp Zaman”

‎İlkay Coşkun
‎İstanbul Birnokta Dergisi
Sayı 281, Haziran 2025