1 Kasım 2024 Cuma

Cemre Düştü Yaz Göründü

Cemre Düştü Yaz Göründü

“Karın yağdığını görünce/ kar tutan toprağı anlayacaksın/ toprakta bir karış karı görünce/ kar içinde yanan karı anlayacaksın/…” Sezai Karakoç’un “Kar Şiiri”nin ilk bölümünde anlatıldığı gibi tabiat ve insan ruh hali ne güzel benzeştirilmiş ve betimlenmiş. İnsan bu, bütün bu halleriyle beraber tabiatta bir karşılığı, bir izdüşümü taşınmaktadır. “Sanmasınlar yıkıldık/ sanmasınlar ki çöktük/ başka bir bahar için/ sadece yaprak döktük” diyen Hz. Mevlâna’nın insana bakışını mevsimler ve tabiat üzerinden anlatması ayrıca insan ve tabiat bütünlüğünü yansıtması açısından ne çok kıymetli değil mi? Bu bağlamda Yazar Vedat Güneş’in “Cemre Düştü Yaz Göründü" * kitabına değinelim istiyorum.

Kitabın ana temasının Halk Meteorolojisine, gözlemlerine odaklanıldığını söylesek de Meteoroloji’nin tarihi, bu çerçevedeki bilimsel gelişmeler şeklinde de konular ele alınıp işlenmektedir. Yazarın mesleğinin, Meteoroloji Uzmanı olması hasebiyle de bu konu daha etraflıca ele alınmaktadır. Atalarımızın, havayı gözlemleriyle oluşturdukları bilgi (novhav) ile beraber hava olaylarını anlamak için ölçme, kaydetme ve analiz etme gibi bilimsel metotlarını da en etkili şekliyle göz önünde bulundurmak gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu anlatımlara kısa kısa da olsa değinmek istiyorum izninizle.

Meteoroloji, Hipokrat'ın M.Ö. 5. Yüzyılda Tıbbı Meteoroloji konularındaki raporları ve tespitleriyle başlatılmaktadır. Devamında yine Milattan Önce 340 yılında Aristo'nun 'Meteorologica' eserine yer verilmektedir. Bu süreçlerden daha yakın tarihlere ve bize gelecek olursak; bu süreç on beşinci yüzyılda Ali Kuşçu ve Uluğ Bey ile başlatılır. 1867 yılında Rasathane-i Amire (Kandilli Rasathanesi) kurulur. 1909'da İstanbul Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi'nde "Alaim-i Cevviye" adlı ilk meteorolojik dersinin okutulması; 19 Şubat 1937'de Atatürk'ün onayı ile Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kurulması gibi birçok sürece yer verilir. Bütün dünyada özellikle İkinci Dünya Savaşı şartları ve ihtiyaçları dahilinde, teknik olarak meteorolojinin gelişimine yönelik ciddi kazanımlar sağlanmıştır. 17. yüzyılda termometrenin; atmosfer basıncını ölçen barometrenin de 1643 yılında keşfedilmiş olduğunu öğreniyoruz. Daha sonraki yıllarda nem, rüzgâr hızı, buharlaşma, güneşlenme gibi birçok hava parametresi ölçüm cihazlarının geliştirilerek hayatımıza dahil edilmiştir. Bunun gibi örnekleri daha da artırmak mümkün.

Esas konumuz olan, halk meteorolojisi ve buna dair kültürümüzde yer edinmiş söz varlığımıza dönelim istiyorum. Özellikle mevsimler ve takvim üzerinden genel bir çerçeve çizecek olursak; halkımızın, güneş sisteminden hareketle seneyi iki mevsime ayırdığını söyleyebiliriz. Hıdrellez ile başladığına inanılan yaz mevsimi Rûz- î Kasım'dır. 6 Mayıs ile 7 Kasım arasında hüküm sürdüğüne inanılan 186 günlük bir zaman dilimidir. 8 Kasım ile 5 Mayıs aralığındaki geri kalan zaman dilimine Rûz-î Kasım, yani ‘kış ayları’ olarak tanımlanmaktadır. Bu da 179 günü kapsamaktadır. Artık gün olan senelerde de 180 günlük bir zaman dilimidir. Kış ayları içerisinde erbain (zemheri) ve hamsin (kara kış) dönemleri vardır. Arapçada kırk manasına gelen ve kırk gün süren erbain 22 Aralık- 31 Ocak aralığında yaşanır. Yine elli manasına gelen ve elli gün devam ettiğine inanılan hamsin 1 Şubat- 21 Mart aralığında hüküm sürmektedir. Bu günlerin karakteristik özellikleri çokça vardır elbette ama konuları kısa daha çok özet geçiyorum izninizle.

Belki de bunlardan önce İslamiyet öncesi Türklerde 12 Hayvanlı Takvime ve diğer bazı uygulamalara da değinmek gerekiyor. On iki Hayvanlı Türk Takvimi’nin ilk gönü Nevruz günü olarak bilinir. 21 Mart, yaratılışın da ilk günü kabul edilmektedir. Gerçi İslamiyet öncesi ve sonrası birçok bakışın ve uygulamaların yansımalarının, söz varlığımızda ve inanışlarımızda bolca kalıntılarını görmemiz mümkün. Eski Türk takviminde on iki yıl, bir hayvanla sembolleştirilmiş ve her yıl kendine özgü bir karakteristik özellik taşımaktadır. "Sıçan Yılı, Sığır Yılı, Pars Yılı, Tavşan Yılı, Ejderha Yılı, Yılan Yılı, At Yılı, Koyun Yılı, Maymun Yılı, Tavuk Yılı, İt Yılı ve Domuz Yılı" şeklindedir. Bu takvimde on iki yıl bir devreyi, her beş devre de bir çağı (60 yıl) oluşturmaktadır. Bu sıralamaya göre 2024 Ejderha Yılıdır. 2025 Yılan Yılı, 2023'te Tavşan Yılıdır.

Ana hatlarıyla, Türklerde kullanılan takvimlere bir bakacak olursak; "12 Hayvanlı Takvim, Hicri Takvim, Celâlî Takvim, Rûmî Takvim ve Miladi Takvim" olarak sıralayabiliriz. Hicri Kameri Takvim de Muharrem'in ilk günü sene başı kabul edilir. Hicretin olduğu zaman başlangıç kabul edilmiştir. Yaklaşık olarak yıl 354 gündür. Bundan mütevellit Miladi Takvime göre dini bayramlarımız on bir gün öncesine kaymaktadır. Celâlî Takvimi, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah himayelerinde ve Ömer Hayyam başkanlığındaki bir kurul tarafından, güneş sistemine göre tasarlanarak kullanıma sokulmuştur. 15 Mart 1079 tarihi başlangıç alınmış ve daha çok da devlet işlerinde kullanılmak üzerek, 1092 yılına yani Melikşah’ın ölümüne kadar kullanılmıştır. Rûmî Takvim de Peygamber Efendimizin Hicretini (622) başlangıç kabul eder. Miladi 1840 yılına kadar Hicrî Kamer takvimini işletir, bu yıldan sonra Şemsi Takvim (Miladi) takvimine geçiş yapılır. Mesela kullandığımız Miladi Takvimde, 1 Ağustos 2024 tarihi, Hicri 25 Muharrem 1446 tarihine, Rûmî 1 Ağustos 1440 tarihine karşılık gelmektedir. Miladi ve Rûmî Takvimi karşılaştırmak açısından, Rûmî takvimin, Miladi Takvimi 584 yıl geriden takip etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Miladi Takvime, Gregoryen Takvimi de denmektedir. Kısa bilgilerle bu bahsi sonlandırmış olalım.

Hıdırellez’le başlayıp mevsimlere, aylara, havamıza dair söz varlığımızda yer edinmiş gözleme dayalı anlamlı, nasihat nüveleri barındıran sözlerle girizgâh yapalım. 6 Mayıs tarihlerinde başlayan Hıdırellez’de yiyecek kaplarının, ambarların ve para kâselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, araba gibi isteği olan kimseler, gece bir ağacın veya gölün dibine istedikleri şeyin resmini, maketini bırakırlar ki Hızır gelip onlara dokunup istediklerini almalarına vesile olsun. Mesela Hıdırellez’de yaş ağaç kesilmez, ağaç dalları kırılmaz ve dikiş dikilmez. Söz varlığımızda “Hızır gibi yetişmek”, “Hızır uğramış”, “Hızır eli değmiş” gibi çokça söz ile karşılaşmaktayız. Türklerde, Nevruz günü çok önemlidir. Senenin başlangıcıdır. Cemrelerin havaya, suya ve toprağa düşmesinden sonra tabiatın uyanmaya başladığı önemli bir gündür. Divan-ü Lügat-it Türk’ün ifadesiyle bugün, “Sellerin, suların çağlaması, karların eriyip dağ zirvelerinin görünmeye başlaması, dünyanın nefesinin ısınması, renk renk çiçeklerin açması, yeryüzüne yemyeşil ipek kumaşın serilmesi, hayvanların doğurması” şeklinde bahsedilmektedir. Başka rivayetlere göre Allah, kâinatı ve insanları Nevruz’da yaratmış ve bütün yıldızlar bugün dönmeye başlayıp Koç Burcu’ndan geçmişlerdir. Nevruz zaten “yeni gün” (nev-ruz) demektir. Anadolu’da Nevruz, “Sultan-ı Nevruz”, “Nevruz Sultan” olarak da anılmaktadır. Her gün sabah keçinin pöçüğüne bakarak (pöçük havada ise yağmur yağmaz, aşağıda ise mutlaka yağar) o günün yağış durumunu tahmin eden çobanın çabası boş ve gereksiz değildir elbet. Bunlarla birlikte Kur’an’da “gök gürültüsü, yıldırım” manasına gelen “Rad” suresinin yer alması, apayrı anlamlar taşımaktadır muhakkak.

Hava, iklim, mevsim konularında gerek Türk ve Anadolu gerekse diğer kültürlerin söz varlığı da bir hayli zengindir. Bunlardan örnekler serdedelim. “Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür”, “Mart ile mayıs arasında yağmur yağarsa öğ sabahı, yağmazsa sat sabanı”, “Yılın eksiğini nisan yetirir, Nisan’ın eksiğini yıl yetiremez”, “Nisan sağanakları mayıs çiçeklerini açtıracaktır”, “Yağmur yağsın da varsın kerpiçti ağlasın”, “Çiftçi yağmur ister tuğlacı kurak, ikisinin de muradını veren Hak”, “Kork zağardan, çok yağardan”, “Yağmurun hayırlısı, bağın bayırlısı”, “Yağ yağışla, süt sağışla”, “Akşamın kırmızısı sabahın gönlünü hoş eder”, “Dağ başı tandır başı”, “Zemheri zürafası”, “Havanın gözü yaşlı”, “Mangal başı kış gününün lâlezarıdır”, “Kar yılı var yılı”, “Kar kuytuda eğleşir”, “Sitte-i Sevir, kapıyı çevir”, “Ne kadar çok yağarsam yağayım yaza kalmam, giderim”, “Evin ilk çocuğu dolu tanesi yerse dolu kesilir”, “Gökyüzünde kaz göğsüne benzer bulutlar varsa bir taraftan rüzgâr eseceğini gösterir”, “Koç sürüye katılınca siyah koyuna yaklaşırsa kış hafif geçer, beyaz koyuna yaklaşırsa şiddetli kış olur” Bunların yanında bazı tanınmış isimlerden ve farklı ülkelerden örnekler verelim. “Bulutlar ağlamasaydı, yeşillikler gülmezdi” (Hz. Mevlâna), “Bizim sohbetimiz Nisan yağmuruna benzer. Balığın ağzına düşerse inci olur, yılanın ağzına düşerse zehir olur” (Hz. Mevlâna) “Tembele bulut dahi yük olur” (Kaşgarlı Mahmud), “Rüzgâr, toprağın vekil harcıdır. Tepeleri, çukurları meydana getirir. Birinden alır, birine verir” (Nizamî), “Yağmur yağmayınca, sel uyanır mı?” (Sümmanî), “Kışın konuğu ateştir” (Moğolistan), “Bazı insanlar yağmuru hisseder, diğerleri ise sadece ıslanır” (Bob Dylan), “Ölmek için doğmuştur ya insan, o yüzden her yağmur sonrası toprak kokusunu sever” (Tolstoy) Son olarak Dante’nin İlahi Komedyasında geçen orman metaforuyla hayatın aydınlığı, karanlığı, gizemi, baharı ve kışı ile beraber dört mevsim anlayışında betimlemeler yapılmaktadır. Söz varlıkları olarak yer edinmiş olan bütün bu tespitler, daha çok da havamızın, çevremizin daha genel anlamda dünyamızın önemini ve korunması gerektiğini kulaklarımıza fısıldamaktadır.

Bunlarla birlikte, “Berd-ül Acûz soğukları (Kocakarı Soğukları), “Mart Dokuzu”, “Abril’in Beşi” (Manda Kıran, 18 Nisan), “Sitte-i Sevir (20-25 Nisan arası esen fırtınalar), “Kırk İkindi Yağmurları”, “Eyyam-ı Buhur” (Bunaltıcı sıcaklar), “Pastırma Yazı”, “Gündönümü”, “Ağyel” (Batıdan doğuya esen yel), “Tersyel (Güneyden esen, Samyeli), “Mihrican Fırtınası (24 Ağustos’ta eser), “Zemherir” (Bu kelimenin son r’si genellikle telaffuz edilmez), “İmam Kırdı” (Erbain’in ilk günü), “Karğış” (Kara Kış) Bunlar gibi özel tanımlamaları, betimlemeleri konu dahilinde, kulaklarımıza hiç de yabancı gelmeyen ifadeler olarak buraya not düşmüş olalım. Atalarımızın tecrübeleriyle biriktirdiği bütün bu kıymetli ifadeler, yarınlarımıza bir aydınlık verecektir muhakkak. Öyle ki ‘bulmak bilmeği gerektirmekte, kâmil olmakta bulmayı’ mantığında.

Tabiat ile iç içe yaşamış olan, tarımla ilgilenen, yerine göre göçebelik yapan atalarımızın havaya, çevreye, mevsimlere genel anlamda dünyamıza ait bütün bu tespitleri çok kıymetlidir. Havamız, tabiatımız genel anlamda dünyamızın başlı başına büyük bir esrar taşıyan aşkınlıklara sahip olması büyük bir kıymettir. Söz varlığımızda yer etmiş olan bütün bu anlatımlar, halk kültürümüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Yeni hayatlarla beraber, mevsimlerin, iklimin genel anlamda dünyamızın bütün döngü metaforları, dünyamızın sonuna değin işlevlerini sürdürecektir. Sadece bu gidişatın hasarlı veya hasarsız olmasını bizim tercihlerimiz belirleyecektir. Havamıza, iklimimize, çevremize ve dünyamıza dair temaşa ettiğimiz, rayihasını aldığımız her güzellik, içimizdeki dünyayı da tezyin edecektir. Son tahlilde havamıza, çevremize, dünyamıza sabit kadem bir üslupla hassas yaklaşım göstermemiz, doğru işler yapmamız vazgeçilmezlerimizden olmalıdır. Emek verilmiş, güzel bir eser vücut bulmuş. Bilgilenerek ve keyif alarak okudum. Tavsiye ederim. İyi okumalar.


* "Cemre Düştü Yaz Göründü" Yazar Vedat Güneş'in hava, iklim, meteoroloji konularını ele aldığı araştırma türünde eseridir. Yükseliş Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturulan eser, yüz elli iki sayfa hacmindedir. Kitabın ilk baskısı Şubat 2017'de yapılmış. Yaklaşık doksan yazı ve üç bölüm şeklinde tasniflenmiştir. "Cemre Düştü Yaz Göründü" kitap isminin, "Takke düştü kel göründü" sözüne mülhem verilen bir isim olduğunu anlıyoruz.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 132, Kasım 2024


Yazar Vedat Güneş

1964 yılında Ankara'nın Beypazarı ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Beypazarı'nda, liseyi Ankara Meteoroloji Teknik Lisesinde tamamladı. 1984 yılında Meteoroloji Genel Müdürlüğünde memur olarak göreve başladı. A.Ü. İşletme ve Sosyoloji bölümlerini okudu. Birçok ilde memur ve idareci olarak görev yaptı. Hâlen Meteoroloji Genel Müdürlüğünde Müşavir olarak görev yapan Güneş, kişisel gelişim konusunda eğitimler aldı. Birçok kamu kuruluşunda “Verimli Çalışma Teknikleri ve Zaman Yönetimi, Protokol Kuralları, Beden Dili, Kamu Kurumlarında Etkili İletişim ve Motivasyon, e-Devlet Uygulamaları, Toplum Önünde Söz Söyleme Sanatı, Herkes İçin Genel prensipler, Hayata Dair Hayatın İçinden, Yöneticilerin Yönetimi ve Yöneticilik.” seminerleri verdi. Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Vedat Güneş, üç dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Birçok dergi ve gazetede yazı, şiir ve öyküler yazdı, meslekî çalışmalar yaptı. Güneş, evli ve üç çocuk babasıdır.

Eserleri:

Şiirli Dakikalar, Beypazarı Belediyesi Kültür Yayınları-1,1998

Gözlerim Orman Yangın, Günce Yayıncılık, Ankara,1999

Şiirimizde Kırşehir, Kırşehir Valiliği Yayını, 2009

Kırşehir, Nevşehir, Aksaray iklimi, MGM Elektronik Yayın, 2009

Müdür Müdür Müdür? Yükseliş Yayınları (3. Baskı), Ankara, 2019

A.Vahap Akbaş Kitabı (İ.Eryiğit ile birlikte) Türkiye Yazarlar

Birliği Yayını Ankara 2015

Hoşça Bak Kendine, Şiir ve Öykü Terapisi (A.Karafilik'le

Birlikte), Yükseliş Yayınları (2.baskı), Ankara, 2016

Cemre Düştü Yaz Göründü, Yükseliş Yayınları, 2019

Hoşça Bak Aşkına, Şiir ve Öykü Terapisi (A.Karafilik'le

Birlikte), Yükseliş Yayınları, Ankara, 2019

Bir Sen Bilirsin, Poem, Yükseliş Yayınları, Ankara, 2021

"Babama Mektuplar" Yükseliş Yayınları, Deneme, Mayıs 2022
-----------------------------------








Toprak Ana

Toprak Ana

Suyla, havayla ve hatta ateşle ilintili en önemli elementten birisi de topraktır. Bütün bileşenleriyle birlikte toprak, doğurgan bir ana üretkenliğindedir. Besin kaynağı ve sığınak sağlayıcısıdır. İnsan bedeninde olan otuz elementin yanında toprak; madenleriyle, taşlarıyla kıymete haiz çok iyi bir hatıra eşyasıdır. Güzellikleriyle hafızaya maliktir. Toprak; dağlarıyla, ovalarıyla, içinde barındırdığı cevherleriyle ve bütün bileşenleriyle büyük bir kara parçasıdır. Öyle ki toprak, elementlerin en ağırlarından biri olsa da paha da hafif, kalplerimize yakın, kıymeti oldukça ağır bir elementtir. Toprak üzerinde yalınayak yürüdüğümüz de tabiat ile aramızdaki bariyer kalkmaktadır. Bütün negatif enerjimiz böylelikle alınmaktadır. Bu haliyle toprak psikolojik bir sakinleştiricidir desek yeridir.

Toprak; Âşık Veysel, Karacaoğlan, Neşet Ertaş gibi birçok ozanımızın deyişlerine ve felsefelerine yârenlik yapmıştır. Âşık Veysel'de toprak; “Dost dost diye nicesine sarıldım/ Benim sadık yârim kara topraktır/ Bir çekirdek verdim dört bostan verdi/ Benim sadık yârim kara topraktır” Şeklinde vücut bulduğunu görüyoruz. Başka bir ozanımız da "yüreğim, sanatım, dilim toprak" (Arif Nihat Asya) demektedir. Böyle ozanlar ki hurçlarında hep toprağın bereketini, rüşeymini ve ruhunu taşımaktadırlar. Çinliler toprağı; “her şeyin anası” olarak nitelendirirler. İncil'de “Topraktan geldik ve toprağa gideceğiz” denir. Dinimizde ve Anadolu'da toprak, yaratılış ve dünya üzerine hikâye edildiğini görüyoruz. Öyle ki toprağın görüntü figürü anadır. Neolitik dönemlerden, toprağın kadın figürleri şeklinde resmedildiği kalıntılar vardır. Eski lahitler de ve dini yaratılış anlayışlarının odağında hep toprak bulunmaktadır. İlk insan Hz. Âdem’in, topraktan yaratılmasına götüren bir yolculuktur bu. Yunan mitolojisinde toprak ana Gaia'dır. Çin mitolojisinde Pan Ku olmuştur. İskandinav mitolojisinde Ymir olarak bilinir. Biz Türkler; Ötüken veya “Doğa Ana” olarak biliriz. Moğollar, “Cer Ana” derler. Öyle ki toprak; ovalar, dağlar, taşlar gibi, türlü türlü elementler ihtiva eder. Nur Dağı, Hira Mağarasında Peygamberimize verilen ilk emirler, Hz. Musa Peygambere, Mısır’da ki Sina Dağında verilen On Emir, Hz. İsa’nın Hristiyanlığın en ünlü vaazını bir dağın üzerinde yapması, Japonya’da Fuji Dağı, Zeus’un Olympos'u, Budistlerde Nirvana-Dağ metaforu gibi bu listeyi daha da uzatabiliriz. Belki de bu konuyu sadece “Dağ” başlığında işlemek daha elzem olacaktır.

Yer kabuğu, sıcak gezegenimizi donarak katılaşmasını önleyen bir örtü gibidir. Şekillenen yeryüzü için iyi bir enerji tedarikçisidir. Toprak, altındaki kimi kimyasalların ortaya çıkmaması için örtü görevini üstlenen bir yapıdadır ayrıca. Topraktan derinlere inildikçe her beş metrede bir santigrat derece ısınarak, on altı bin santigrat derece sıcaklıklara ulaşan magmaya karşı korumaktadır. Aşil'in topuğundaki zayıf noktanın korunmasına benzer bir hassasiyettir bu. Bunlar gibi koruma zırhlarını saya saya bitiremeyiz. Daha çok Ağro teknolojiyi toprağımıza, doğamıza uyumlu ve çevresel duyarlılığı olanlardan tercih etmeliyiz. Canlıların besin kaynağı olan toprak, iktisadın da temelini teşkil eder. İnsan doğasının hammaddesidir. Su gibi hava gibi hayati elementlerin en tepe noktasındadır. Bundandır ki aynı suyumuz gibi havamız gibi toprağımızı da korumalı ve kollamalıyız. Tarımın, hayatın, uygarlığın ana kıymeti olan toprağı yaşatmalıyız. Toprağın; sermayenin elinde bir meta olarak bulunmasına engel olmalıyız. “Babadan bağ, dededen zeytin kalmalı” anlayışındaki kıymetlere ulaşmalıyız. Denizciler ve suda boğulma tehlikesini yaşayanlar daha iyi bilirler ki toprağa sağlam basma çok kıymetlidir. Ayağımızın altındaki toprak daha çok bizi güvende tutacaktır. Biz insanlar ve diğer birçok canlı mutat kara canlısıyız sonuçta.

Bir zamanların ekincisi olan atalarımızdan aldığımız emaneti gelecek nesillere sağ salim teslim etmeliyiz. Bizlerin, torunlarımıza bırakacağımız güzellikler bunlar olmalıdır. Sonuçta toprak “En iyi kardeşten daha iyidir” değil mi? İnsanın gözü hep ufuklarda hep ileridedir. Gök cisimlerinin hareketlerini merak duygusuyla daha çok ilgimizi çekse de ayağımızın altındaki toprağı ihmal ediyoruz maalesef. Sezai Karakoç’un “içinden çağrılmayan insanı dışardan çağırmak ne mümkün” anlayışı ve İsmet Özel’in “şarkıya dön, eve dön, kalbine dön” mottosu çerçevesinde bütün iyi niyetimizle biz, toprağa en saf halimizle dönmeliyiz. Doğumla birlikte adım attığımız hayat denen döngü sonunda, ölümle beraber yine başladığımız yer olan toprağa ve özümüze belki de gerisin geri köyümüze geri dönmeliyiz.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 132, Kasım 2024



31 Ekim 2024 Perşembe

Gücün Yetmezliği Böyle


göze oturan koyuluk yinelenen ağırlık
yeni heveslerin yüreğinde kımıldadığı
zaman çoktan geçmiştir artık sinmeden
kendini salıp sesin-nefesin canda biriktiği
benzini sarartmıştır, kış gelecek üstelik
hayat daha zor geçecek böyle demektir

boşa ver bunları, sefer tasını yemeğini ısıt
saçını tıraşla, gülücüğünü hazırla yüzünde
bıyık sakal foralandı neyse gücenme artık
gücün yetmeyeceği yerde dünya gıcılamaz
kağnı binek, aşk lirizm, sırlarına mülâki
modunu yakala, müzikaliteli düttürü dünya

sırtında bir dünya işte, bir o bir bu yanda
savrulan sopranodan bir çığlık hayallerde
yalınkat kalıp zonklayan bir baş ağrısıyla
tek başına bırakılan türküler gibi kendince
kanayan yanlarını bırakmadan gönder geri
kayıyor yüreğin başucunda tut ellerinle

yine sabah sabah bir türkü tuttur derinden
güç yetmesinde, dertleri sahibine havale et
kalbine gömülecek kaygı kasvetlerini alsın
arzu arayışında gün kovalayan şımarıklık
halince üzül, sevinci kim öpecek yeniden
gönül yorgunluğuna itidal ve terki ilet

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 89, Kasım Aralık 2024


13 Ekim 2024 Pazar

İLKAY COŞKUN’DAN ‘+UÇ’

İLKAY COŞKUN’DAN ‘+UÇ’

1.

İlkay Coşkun yazının türlü yollarını yürümüş bir isim. Biyografisinden, yola önce şiirle başladığı anlaşılıyor: ‘Yüreğimden Süzülen Nağmeler’ (2008) Bu ilk kitaptan sonra ‘Düş Yolcusu’ (2011) ‘Bilonsa’ (2012) ‘Bimola’ (2017) adlı üç eseri daha yayımlanıyor. Bu eserlerin şiir alanında verildiği dikkate alınırsa, Coşkun’un yazınsal yolunu şiir katında yürüme isteği açık görünüyor. Bilahare araya deneme kitabı giriyor: ‘Kahve Bahane’ (2018)

Burada bahse açılan kitabı ‘Kahve Bahane’den sonra doğuyor: ‘+Uç’ (2020). Coşkun aynı yıl tekrar deneme yoluna giriyor: ‘İç Hatlar’ (2020). Bu denemeyi Sinan Ayhan’la birlikte yazdığı ikili bir şiir kitabı takip ediyor: ‘Tekrarın Tiryakisi Zaman’ (2022). Bir yıl sonra Coşkun yeni bir denemeyle geliyor: ‘Cenne’ (2023) Aynı yıl yayımlanan ‘Kitap Gözü’ (2023) onlarca ismin çalışmaları üzerine, kanımca dili en olgun haliyle kullandığı denemelere odaklanıyor. Bu yazınsal izleğin söylediği bir şey var: İlkay Coşkun şiirle denemeyi birlikte götürmek isteyen bir yazar. Bu birliktelikte denemenin öne çıktığı görülüyor. Öte yandan edebiyatın mutfağına da girmiş Coşkun. Bir grup arkadaşıyla Poyraz edebiyat dergisini 20 sayı çıkarmış. Sivas İrade Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmış. Radyoda edebiyat sohbetleri yapmış. Bu etkinliklerinin söylediği bir şey var: O, edebiyat bahsini kamulaştırma gayretiyle koşturuyor. Bu gayretleriyle daralan edebi kamusal coğrafyanın sınırlarını geniş kesimlere açma niyeti taşıdığı anlaşılıyor.

İlkay Coşkun yazma eylemini de bu fazda gerçekleştirmek istiyor, bugünden bakınca. Çok sayıda dergide ürünlerini yayımlamış. Hemen her zaman çalışmaktan yana görünüyor. İşin hemen her zaman ‘yaratıcı’ çalışmak boyutu da var, Rilke’nin dediği gibi. Çünkü ‘her zaman çalışmak’ her zaman ‘yaratıcı çalışmak’ anlamına gelmiyor kanımca. Coşkun yine de çalışmak lazım diyenler soyundan geliyor. Hele şiir alanında yaratıcı planda iş görmek zorun zoru olmalı. Üst mertebe bir ökelik ve sinir ister sahibinden. Sonra yekinip yeniden yeni bir akıl bulmaya zorlar. Şiir, her ne ise o, isteğin derinliklerine şiddetli baskılar uygular. Bu baskılardan sağ çıkmak kolay olmasa gerek. Coşkun ‘+Uç’ adlı son kitabıyla arzu ve isteklerinden şiir adına sağ çıkış yolunda bir adım atmış görünüyor. Bu adımın ileriye ya da geriye doğru olup olmadığını kestiremiyorum. Çünkü öncesinde yayımladığı dört şiir kitabını okumadım. ‘+Uç’ onun son şiir kitabı. Demek ki şimdilik şiir adına attığı bu son adım üzerinden çıkarımlarda bulunacağız. Böylesi onun bugüne kadar yapmak istedikleri noktasında objektif bir perspektif vermese de, şimdilik nihai planda şiir adına konum attığı yer hakkında bir dizi fikir verebilir.

‘+Uç’ yedi kısımda çatılmış bir kitap. ‘Gözde’ başlığı taşıyan birinci bölümde 11 şiir var. Coşkun, ‘İlkgüz’de Mevlevi ikiliklerle gelmiş. Belli ki şair Mevlana’dan esin almış. Temi de deyişi de onun aşk dolayımında vermiş. Şiir, sevgili adıyla dünya ve ötesi göndermelerle ıralı: ‘gün dönecek demen boşuna değil cancağızım / kışa hazırlık zamanı, güzü geçiştirelim artık’ ‘her devrin bir sonu vardır elbet / her aşk can yakar, her âşık vurur dağa’ dizeleriyle şiir, aşk ve insan ömrünün manası arasına konum atıyor.

‘Gözlesem Seni’ 11’li heceye uzanmış. Yedi dörtlükte, iki kalıplı uyak denemesi yapmış Coşkun. Başarılı da olmuş. Fakat son dörtlüğün üçüncü dizesinde bir hece düşük yapmış. Dize on hecede kalmış. Bence sıkıntı yok. Çünkü hem parmak hesabını (matematiği) hem gönül muhasebesini (simyayı) aynı anda ruhi bir disipline tutturmak kolay değil. Bunu yedi dörtlüğe teknik planda taşımak bir yana, Farisi ve erken dönem Türkçe yerel sözcüklere tutturarak yapması klasik zevki de güne taşıması bakımından değerli olsa gerek. (‘gâhi, yüyrük,yeğin, bezeklemek, minelemek, nûş vs) Öte yandan içerik hemen birçok şiirinde olduğu üzere klasik genel temlerle örülmüş. Aynı biçimde şiirin ses yapısı da eski şiirin rüzgârıyla kurulmuş. Bu düzende aşk ve hikmet iki kaşık gibi iç içe.

‘Sanırım’ haiku gibi üçlü kısa dizelerle yazılmış. Dizeyi üçe bölerek, birinci kısmın üç, ikinci ve üçüncü kısmın iki sözcükle kurulması söz konusu. Yine aşk / sevda dolayımında söylenmiş sözcüklere başvurulmuş. ‘Sanırım’ sözcüğü son düzlükte sürekli tekrarlanarak biten bir şiir. Ne ki fazla duygusal. Fazla duygusallığı, fazla kişisellik anlamında da alıyorum. İlkay Coşkun’un bence en önemli sorunu objektif alacakları yoklayan tınılardan uzak durması. ‘Hava Su Ve Toprak’ adlı şiiri gibi yalın duyuşlara açık cümlelere pek yüz vermiyor. Örneğin güneş, güvercin ve gönül arasında kurulacak yaratıcı bağlantılar üzerinden nesnel sözdizimi denemelerine pek yanaşmıyor. Duygusal fazda kalmakla yetiniyor. Öyle görünüyor ki İlkay Coşkun, şiiri gönül ve duygu işi olarak yeterli görüyor. Gönlün işleyişi de ‘Göz Gazeli’nde görüldüğü gibi, türkü formuna sokulmuş. Çabuk ezberlenecek bir format bu. Hele konu aşk çevrimindeyse, duygular en yüce derinliklerde notalara dökülür. Bu meyanda benim en sevdiğim şiir ‘Göz Gazeli’ oldu. Beyit düzeni almış, on ikilikli bu şiirin bestelenmesini dilerim: ‘Yanına aldığın dost çerağında / Dostun sohbetini çalar gözlerin’ / Omuzda yüngüldür dünya neşvesi / sevinç biriktirir dalar gözlerin / Yürek dilinde ayrılık gömüdür / Vuslatı ayırıp eler gözlerin’ ‘Sarar neşvünema acı yerine / Devasını bulup beler gözlerin’.

Yine birçok şiirinde görülen yerel sözcük kullanımı bu şiirinde de var. ‘Yüngül’ sözcüğünü öğrenmiş oldum mesela ben. ‘Hafif’ demekmiş yüngül. Mecazen çok özlenen kimseler için de söylenir olmuş. Böylece İlkay Coşkun’da iki nitelik belirgin hale gelmiş görünüyor. Birincisi, eski şiirin rüzgârıyla yazdıkları ki bu şiirlerin istediği disiplin kurallarına fazlasıyla riayet ediyor Coşkun, daha ele avuca gelen cinsten bir değer kazanıyor. İkincisi bilinmeyen ya da az bilinmesi muhtemel yerel ağız sözcükleri dilimize yeniden hatırlatıyor. ‘Yol’ ‘Sevda’ ‘Pay/da’ ‘Tatlı Bela’ ‘Aşk Düşer’ yine klasik şiir görüşüyle aşk çevriminde yazılmış. Bölümün son şiiri ‘Sen Sen Ol’ ise Özdemir Asaf’ça yazılmış özdeyişleri andırıyor. Asaf yörüngesinde kelime oyunu da denebilir.

2.

‘+Uç’un ikinci bölümü olan ‘Gaye’ içinde 11 şiir var. Bölüm ‘Hatırlatma’ ile başlıyor. Şiir, kısaca dünyayı tanımlama çabası taşıyor. Onun gerçekte ne olduğu ve bizim ona yaklaşım tarzımız hakkında bir yargılama yapıyor. İnsan ve dünya arasındaki ilişkiyi, kelebek ve mum ışığı arasındaki ilişkiye benzeterek bir yargıya varıyor. Bu ilişkiden doğan yangının mahiyetinin anlaşılması adına Ömer Hayyam, Hallac-ı Mansur ve Diyojen gibi tarihsel büyüklerden el alıyor. Coşkun konuşulan dil üzerinden meramı anlatma yolunu seçmiş. Şiirde ayrıca görmeyi esas alan bir dil olmalı kanımca. Salt sesi yeterli görmüş Coşkun. Böyle olunca ‘ses var görüntü yok’ dediğimiz bir eksiklik göze çarpıyor. ‘Her Yağmur Ertesi’ anlatı temelinde işleyen bir şiir. Modern şiirin yapısına uygun bir eleştirel öz taşıyor. Özünde kişilik kaybı dediğimiz bir duruma dikkat çekiyor. Şiirin sosyalleşme azmi fena görünmüyor. Toplumsal çürüme, kapitalist ve din istismarcısı birey özelinden, bilhassa muhafazakâr yapıların ürettiği ilişkiler eleştiriye konu ediliyor. Rahat okunan bir şiir. Şu var ki dili ekonomik kullanmadığı çok oluyor Coşkun’un. Sözgelimi daha eksiltili bir dili tercih etmeli. Kapitalizm sözcüğü kullanılmadan da çağın sömürgen ruhunu ifade eden muarız bir şiir yazılabilir. Anlaşılma adına kendi şiirini, şiir içinde tefsir eden şairleri anlıyorum. İçinde şiirin kendine mahsus kalitelerinden taviz taşımadığı sürece estetik planda sorun olmayacak bu tip ek açıklamaların yapılmasına kimsenin diyeceği olmamalı kanımca. Coşkun, meramını daha ekonomik anlatmalı diyeceğim. Az kelimeyle çok meram anlatmanın yollarını araştırmalı. Düz yazı çevrimine düştüğü de oluyor bazen. Onu şiire götürmesi muhtemel süreci denetleyecek, nesnel işleyen bir mekaniğe gereksinim duymuyor. Belki bu yüzden ölçülü şiirleri daha başarılı görünüyor. Daha sıkılaştırılmış ve yoğunlaştırılmış dile heceli şiirlerinde ulaşıyor Coşkun. Mesela ‘Galiba’ adlı şiiri sekiz heceli on dört kıtada kurulmuş güzel, okunası bir şiir. Kitapta beğendiğim en iyi şiirlerden biri ‘Galiba’. Bu tip ölçülü şiirlerin gereksindirdiği teknik disiplin bir yana söylem canlılığı dikkat çekici görünmüyor mu? Heceyi on dört kıtada işletmek de ayrı bir teknik sabır gerektirmez mi? Coşkun hem parmak hesabında hem göz aydınlığında hem de bu tip şiirin istediği hız dikkate alındığında iyi iş çıkarmış. Ayrıca arkaik Türkçeden getirdiği sözcükleri uygun bir söylemde dolaşıma sokması ayrı bir güzellik sayılmalıdır. Halk şiirinin okura farklı sekans alanları açan yorumlarına her zaman ihtiyacı olacaktır bu topraklardan maya almış şiir okurlarının. O bu mayadan destek aldığı yerlerde etkili konuşuyor: ‘Kâmile çıkmış edenin / Serkeş tufeyli didenin / Kaç zühd öldürdü bedenin / Yaşlanıyorsun galiba’ ‘Martın kedisi azıyor / Hipnozda sanki tozuyor / Çene efsane yazıyor / Yaşlanıyorsun galiba’ ‘Eke toha çanak eni / hâl-i pürmelâl hiç geni / Satarlar yüngüle seni / Yaşlanıyorsun galiba’

On bir hece ‘Misafir’ de aynı soydan bir şiir. Halk zevkine hitap ediyor. Fakat ‘Misafir’ irfan mektebinden besleniyor. Sufi şiir modunda yazılmış görünüyor. Hikmet burcundan sesleniyor. Arada nasihat fazına geçtiği oluyor. Halkın dinlemeyi sevdiği bir şiir diyeceğim. Ahmet Yesevi, Yunus Emre bu tip şiirler üzerinden dinsel inancın özünü halka ulaştırmış vaktiyle. Beşer biçiminden insan niteliğine varmanın yolunu gösteren klasik bir şiir. Bu tip şiirlere çağdaş bir nitelik kazandırmak gerek kanımca. Coşkun bir yerde bunu yakalar gibi oluyor: ‘esriktir sokak cadde yüğrük çağı / kimisi bozar kimi toplar bağı / cahilini bulur dünya çerağı / ilme ışık tutan canda narı gör’ ‘Altıyüzelliyedi’ adlı şiir de memur zihniyeti üzerine döşenmiş ironik ve eleştirel yaklaşımlar taşıyan, klasik uyakla çağdaş duyarlığı yoklayan bir metin ayarında. Kısa, küçürek ve özdeyiş andıran, yanı sıra içinden tarih geçen şiirler dışarıda bırakılırsa, Coşkun’un ölçülü, bu demektir ki teknik disiplin temelli bir yaklaşımla yazdıklarını daha çok sevdim. Şiiri güncel planda dolaşıma soktuğu bazı dizelerde de çağdaş duyarlık çeperini yokladığı oluyor. Fakat o bu duyarlığı bazı dizelerde değil, şiirin bütününde vermeli kanımca. Bu bütünlüğü ölçüyle yazdıklarında daha iyi kuruyor Coşkun.

Üçüncü bölüm ‘Vefa’ on şiirden oluşuyor. Bunların çoğu konulu, anlatı yükü baskın, serbest düzende kurulmuş şiirlerden oluşuyor. Çocukluk hatıraları, şaire bakışı, şehirlere dair izlenimleri, tarihimize yönelik bir takım saptamaları ana eğilim olarak dikkat çekiyor. Bu konuların genel olarak duygusal bir izlekte ele alındığı söylenebilir. Başka bir deyişle kalbine bakıp yazdıkları olarak değerlendirilebilir. Bilhassa modern şiir bahsinde, kişisel planda duyguyla yapılan işlere en azından belli oranda kültürün eklenmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu duyguları kültürle biçimlendirme, taşkın iç işleyişi bilgiyle denetleme, şiirin mimarisinin inandırıcı bir şekil almasında önemli olsa gerektir. Yine az da olsa kıymet teşkil edebilecek dozda bir eleştirel yük, içinden tarih geçen şiirlerde dolaşımda olmalı kanımca. Coşkun bu bölümde salt kalbinden geçenlerle yetinmiş görünüyor: ‘yüzyılların kapı tokmağında sıcak elimiz / Kızılelma içre, hülyalara dalmışız’

‘Hüzün’ bölümündeki şiirler güncel sorunlara odaklanmış. Daha çok sosyal içerikli diyeceğim. Bu sosyal içeriği dijital modern dünya ve bireyci insan bağlamında eleştirel bir anlayışla tanıtmaya çalışmış İlkay Coşkun. Bu şiirler Coşkun’un çağa tanıklık ettiğini gösteriyor. Örneğin ‘Mülteci Çocuk’ adlı şiiri mülteci sorununa eğiliyor. ‘Sevilmiyor artık / denizlerin karaya vurması’. ‘Klavye’ sosyal medya ahlaksızlığını şiirin gündemine taşıyor. ‘tuşların ucunda azmaklar / açılır dünyaya parmaklar / kim özgür kim esir / belli değil ahmaklar’. Daha çok kısa şiirlerle çatılan bu bölüm bir nevi taşlama tarzını andırıyor. Coşkun’un, Mısır ve Tahrir Meydanı’nda vaktiyle yapılan zulümleri şiirine taşıması (‘İ(a)dam-529 Can’) deprem gerçeğine dikkat çekmesi (‘Deprem’) korona sürecinde yaşananlara tepkisi, parfüm sektörü üzerinden ahlaki çürümeye eğilişi, ‘Topal Güvercin’le orta doğu sorununu bakışı ve bütün bunları eleştirel planda yapması önemli olsa gerek. Şairin çağa tanıklığını sadece şiirden doğru şeyler öğrenme katında bırakmamalıyız kanımca. Öğrendiklerimizi daha estetik bir zemine taşıyarak değerlendirme yolunu da bulmalıyız. İlkay Coşkun’un bu estetik zemini kuracak dil üzerine kafa yoracağını düşünüyorum. Nitekim ‘Kaçış’ adlı şiiri bunun işaretini verir gibi oluyor.

Kitabın beşinci bölümünü ‘Vatan’a ayırmış İlkay Coşkun. Buradaki üç şiir, görüş birliğini esas almış, halk vezninde yazılmış, genel sözlere uygun duyguları ifade eden haklı tepkilerden ya da yaklaşımlardan oluşuyor. Şairin hangi safta durduğunu açıkça görebildiğimiz bu şiirlerin anlam yüklü olduğu söylenebilir. Ne ki Coşkun, olabilecek en üst düzey anlamı araştırma tercihi yapsaydı estetik etkisi daha kuşatıcı olurdu diyeceğim. Mesela ‘Hoş geldin Ayasofya’, şiirin geçerli olabilecek ve ne söylediğiyle birlikte, nasıl söylediği de seçkin okuru yakından ilgilendirecek bir estetik zeminde kurulabilirdi. Bana öyle geliyor ki İlkay Coşkun sanki çabuk şiir yazıyor. İlk duyguların ussal denetimine şiirini açmıyor. Şiirin bir sistem getirmesi gerektiği fikrine uzak duruyor. Oysa bellek yeni düşler peşinde koşmanın yanında bildiğini ya da gördüğünü iyi söyleyen bir titizliğe de ihtiyaç duyar. Dil, klişeleri kıra yıka şiirde kendini bulur. Bu, tıpkı zanaat katında geçerli olduğu gibi işin nasıl görülmesi, nasıl olması gerektiğiyle ilgili bence. Goethe’nin Hazreti Muhammed (s) ile ilgili yazdığı şiirde yaptığı araştırmaların çağrıştırdığı duygusal atmosferi düşünelim. Şiir sadece anlamla yüklü bir dil değildir demek istiyorum. Benzer durum ‘Vatanım’ ve ‘15 Temmuz’ adlı metinler için de cari. Kitabın ‘Tekerrür’ ve ‘Küçürek’ adlı son iki kısmı, kişisel izlenimler eşliğinde yaşamın önemli konularına ayrılmış. Kısa şiirler bunlar çokluk. Şaşırtmaca, yaşamdaki zıtlığa dikkat çekiş, ölüm, boş geçen hayatlara serzeniş, insanın fıtrattan uzaklaşması gibi izlekler üzerine kurulmuş, genelde halk şiirinden beslenen metinler. Özdeyiş andırır söyleyişler de var içinde: ‘ölümüne sevdin / ölümü sevemedin’ Anlamlı söylemek kaygısı ağır basmış bu küçürek metinler daha çok retorik buluşlar olarak görülebilir. Coşkun iyi bir şiir için gerekli potansiyel donanımı kendisinde hissettiğim bir şair. Şu var ki anlatımda şiirsel kesinliğe ulaşma adına gerekli araştırmaları da yapmalı kanımca. En azından anlatımın gösterdiği resmin şiirsel kodlarının tam olarak görülmesi için daha güçlü bir dile ihtiyacı var görünüyor. Bu, iyi şiire ulaşmak isteyen şairin, daha iyi şiirler okuyarak elde edeceği kazanımların objektif değerlendirmesi yoluyla elde edilebilir. İlkay Coşkun’da bu estetik alacalık var görünüyor.

Ali Celep
Haber Edebiyat
13.10.2024

Kitabı sipariş edip okumak için tıklayınız:

--------------------------------------------------------------------

29 Eylül 2024 Pazar

Yoldaki Mühendis

Yoldaki Mühendis

"Yoldaki Mühendis" Filistinli Kassam komutanı Abdullah Galib Bergusi'nin otobiyografi türündeki eseridir. Kitabın ilk baskısı Haziran 2021'de yapılmış. Benim okuduğum ise Ekin Yayınları etiketiyle yayınlanan yirminci baskısıdır. Kasım 2023'te okurlarıyla buluşturulmuş. İki yüz sayfa hacmindeki kitabın Türkçe çevirisi, Abdulvahap Kösesoy tarafından yapılmış. Eserde, güvenlik gerekçesiyle bazı gerçek isimler yerine takma isimlere yer verildiğinin notunu düşmek istiyorum. Bu otobiyografik eserin bazı bölümleri, yazarın kızı Tâlâ’ya yazdığı mektuplar üzerinden şekillenmektedir.

Filistin asıllı Abdullah Bergusi, 1973 yılında Kuveyt'te doğmuştur. Her ne kadar Filistin ile bağları, gidip gelmeleri sürekli olsa da Kuveyt'te iyi bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Daha çok ilk intifada * ile ailesiyle beraber zor durumda olan vatanı Filistin şartlarında hayatları şekillenmiştir. Bu süreçte Filistin’deki Bayt Rifa köylerindeki dede evlerine daha sık gidip gelmeye başlarlar. Doksanlı yılların başlarında gerek savaş şartları gerekse de ekonomik nedenlerden dolayı Ürdün'ün Başkenti Amman şehrine yerleşirler. Ürdün'deki işlerinin zora düşmesi nedeniyle bir arkadaşının önerisiyle Güney Kore'ye çalışmaya gider. Burada değişik işlerde çalışır. Ama aklı daha çok Filistin vatan toprağındadır. Kore'de ek olarak silah ve keskin nişancılık kursları alır. Hem patlayıcı için gerekli özel elektronik malzemelerin hazırlanması hem de patlayıcı maddeler hazırlanması konularında kendisini eğitir. Beden kuvvetini daha da sağlamlaştırma adına Kore'nin en eski sporlarından biri olan tekvandoyu öğrenir. Burada bulunduğu sırada Koreli bir bayanla uzun olmayan bir evlilik yapar. Bu süreç boyunca Kore diliyle beraber bildiği dil sayısını dörde çıkarır. Çok dayanamaz ve bir zaman sonra vatanı Filistin'e döner. Kendi köyünden Filistinli bir hanımla evlilik yapar. 1999 yılında ilk çocuğu Tâlâ kızı dünyaya gelir. Daha sonrasında da oğlu Usame ve diğer kızı Safa dünyaya gelir.

Vatanına döner dönmez Kassam Tugayına katılır. Beceri ve yetenekleriyle komutanlığa kadar yükselir. Bu süreçte Kassam'ın gizli iletişim hattının kurulmasına öncülük eder. Şehadet operasyonlarını yöneten beyin takımı içerisinde görevler üstlenir. Kahramanımız yakalanmaktan çoğu kez kurtulsa da bir ihbar sonucu 2003 yılında tutuklanır. İlk önce Filistin yönetimi hapishanesinde tutsak edilir. Bu direniş yolculuğunda, Siyonist düşmana karşı 118 operasyonu planlamak ve uygulamaktan yargılanır. Tam tamına 67 kez müebbet ve 5200 sene hapis cezasına çarptırılır. On sene tek kişilik karanlık hücresinde kalır. Bu süre boyunca 10'un üzerinde kitap yazar. 2012 yılından sonra da anılarını yazar ve bu kitap kisve-i tab’a bürünür. Bu genel çerçeveden sonra ayrıntılara geçelim izninizle.

Gerek Filistin gerekse de İsrail'de olan kimi yer isimlerine de yer verildiğini, anlatımlarda geçtiğini görmekteyiz. Kudüs ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere Ramallah, Eriha, Bîra, Nablus, Beyt Lahm, El-Halil, Halilu'r Rahman. Bi'r Seb'a Hapishanesi, Siyonist hapishanelerinden Rimon, Cal'un ve Avfer. İsrail'in yurtiçi gizli servisi "Şin Bet" gibi çokça isme anlatımlarda yer verildiğini görmekteyiz.

Bunlarla beraber şehadet şerbetini içen Filistinli bazı değerlere de yer verilir. 1935 yılında Şehit edilen İzzettin Kassam ve yanındaki arkadaşları bunların başında gelir. Şeyh Ahmed Yasin'in şehadeti bir diğeridir. Ahmed Yasin'in 22 Mart 2004 tarihinde tekerlekli sandalyesiyle sabah namazını kıldığı camiden çıkarken Siyonist rejim tarafından hava saldırısıyla şehit edilir. 2012 yılında Siyonist rejimin aracına düzenlenen saldırıda şehit edilen Hamas'ın Genelkurmay Başkanı olarak bilinen Ahmet Said Caberi bir diğeridir. Ayrıca Kassam'ın direnişçi Mühendisi Yahya Ayyaş'ın 1996'da şehit edilmesi ve Eymen Heleve'nin, Mahmud Ebu Hennûd'un, Mecdi Bergusi gibi şehadet örneklerini verebiliriz. Allahu alem bunlar gibi isimlerini sayamayacağımız tanınmış veya tanınmamış şehadete ulaşanların çokça olduğunu biliyoruz.

Ayrıca Filistin davasının dönüm noktalarına göndermelerde bulunulmaktadır. Bir yerde İsrail'in kurulması ve ondan öncesi Balfour Deklarasyonu' ** en önemlilerindendir. Bu durumu şu şekilde ele alır yazar. "Yeryüzünün en temiz topraklarını işgalci Siyonistlere veren alçak Balfour Deklarasyonu’dur" (s. 30) İşgalci İsrail devletinin kurulması (1948) Nekbe (Büyük Felaket -1948 savaşı), Nekse (Toprak Kaybetme Günü- 1967 savaşı), Oslo görüşmeleriyle 1993-1995 yılları arasında şekillenip Filistin'e dayatılan fesat, bozguncu Oslo Özerk Yönetimi olarak nitelendirilen yapı. Bunlarla beraber, Birinci İntifada, 1987-1993'te gerçekleşmiş; İkinci İntifada *** ise 2000-2005 yılları arasındadır. Üçüncü İntifada da 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugaylarının, İsrail geneline geniş çaplı saldırısı ile başlayan savaşıdır.

Kitapta Filistin kültürüne ve söz varlığına dair kimi örneklerle de karşılaşmaktayız. "Hak ve doğruluk, düşmanın bizzat gördüğü ve şahit olduğudur" (s. 18), "Odun ve boğulan ateş isyan eder, Hakk'a dil uzatan herkesi Hakk perişan eder" (s.24), "Yenilgiye mahkûm düşmandan sakın çekinme" (s.77), "Buluşların annesi ihtiyaçlardır" (s. 99), "Bizler gireceğimiz savaşları seçemeyiz, bilakis bizleri seçen savaşların ta kendisidir", "Göze göz, dişe diş. Hiç kimse şerri başlatandan daha zalim olamaz" (s.168), Ayrıca Filistin'de şehit olanlar için düğünler tertip edildiğini ayrıntılarıyla öğreniyoruz.

“Yoldaki Mühendis” kitabında, Siyonistler başta olmak üzere zorba ve tağutî anlayışlara hep bir karşı duruş yer almaktadır. İzzet ve şeref toprağı haysiyet ve onur yurdu, direnişin ve savaşın merkezi Filistin'in özgürlüğü her şartta ve zamanda üstte tutulmaktadır. Kahramanın kısaca hedefi, Filistin'i Siyonist İsrail'den ve Oslo Yönetiminin bozgunculuğundan kurtarmak olarak nitelendirilir. Anlatımlarda daha çok Siyonist düşmanın müstekbir ve tekebbür yaklaşımları ile dost ve bizden denen taraflardan görülen küstahlıklara karşı buğz yer almaktadır. Son olarak, Nisa Suresi’nin 74. Ayeti ile yazımızı nihayetlendirelim. "Dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük mükâfat vereceğiz"



* İntifada, “silkinme” anlamına gelen Arapça bir kelime. Filistin bağlamında sivil ayaklanma olarak anlaşılıyor. İlk İntifada 1987 Kasım'ında Gazze'de bir İsrail kamyonunun Filistinli işçileri taşıyan iki minibüse çarpıp dört kişiyi öldürmesi sonucu başladı. 1993 yılına değin devam etti.

** 2 Kasım 1917’de dönemin Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour, Siyonist harekete Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt vaat eden deklarasyonu imzaladı.

Lord Balfour, Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Jacob Rothschild’e gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: “Majestelerinin Hükûmeti, Filistin’de Yahudiler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.” Mektup, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyor. Filistin halkının varlığını ve en temel haklarını hiçe sayan bu deklarasyonun ardından yapılan girişimlerle Filistin, Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açıldı.

*** İkinci İntifada, diğer adıyla Aksa İntifadası, 28 Eylül 2000 tarihinde ana muhalefet partisi Likud’un lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya yaptığı provokatif ziyaret ve ardından 29 Eylül Cuma günü Başbakan Ehud Barak’ın polis ve asker gücünü Harem-i Şerif’e yığmasıyla başlayan Filistin halkının İsrail’e karşı topyekûn başkaldırısıdır. Tankları, uçakları ve savaş gemileri ile tam teçhizatlı bir orduya Filistinli gençler ve çocuklar taş, sopa ve sapanlar ile karşı koymaktaydı. İntifada sırasında İsrail, çok sayıda insan hakları ihlali yapmış ve savaş suçu işlemiştir: asker-sivil ayrımı yapmaksızın aşırı güç kullanımı, kasıtlı öldürmeler ve yaralamalar, sivillerin hareket özgürlüğünün kısıtlanması, sokağa çıkma yasakları, evlerin, mülklerin ve altyapının tahrip edilmesi, eğitim faaliyetlerinin ve sağlık hizmetlerinin engellenmesi, Filistinlilere ait toprakların gaspı, mahsullere zarar verilmesi, yargısız infazlar, gelişigüzel kitlesel gözaltılar ve tutuklamalar, işkence…

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 131, Ekim 2024 -Kitaplık-




26 Eylül 2024 Perşembe

Havanın Gizemi

Havanın Gizemi

Duyulara hizmet eder, kokuyu sesi iletir, rüzgâr olup eserek kendisini açık eder hava. Kuvvetli ve kararlı bir elementtir. Havanın görünmezliği, maviliği, enstantanesi, gizemi, büyüsü insanı sarhoş etmektedir. Göğe bakıp sevdayı, aşkı, hayali tatmayan insan yok gibidir. Bundan kelli şairlerin, hayal gücünün zenginliğinin odak noktasında ufuklar, gökyüzü ve mavilikler vardır. “Hava beni sarhoş etti” diyen Emily Dickinson ne güzel söylemiş değil mi? Canın bidayeti için hilkatten bu tarafa hizmetine devam eden havanın güzelliklerine çok şeyler borçlu olmalıyız.

İslam inancımızda hava ve tabiat olaylarının idaresi, Mikail meleğinin üzerindedir. Moğolların, Cengiz Han’ın mavi gökyüzünü kutsal sayması boşuna değildir. Yunan mitolojisinde hava, Zeus'un; rüzgârlar, Poseidon'in oğlu Aeolus'un kontrolündedir. Paracelsus'a göre hava ve gök, semada yaşayan bir hava perisinin kontrolündedir. Japonlar için rüzgâr, Kamikaze olarak bilinir. Altıncı ve yedinci yüzyılda o zamanın Persleri, ilk rüzgâr değirmenlerini kullanmaya başlamışlardır. Aristoteles’in dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) tespitinin yanında Müslüman bilim insanlarından Câbir, Bîrûnî, Kindî, Zekariyâ el-Râzî, İbnî Sînâ gibi değerlerin çalışmalarını hatırlamamız gerekiyor. Bunlar gibi hava ve parametrelerinin değer bulduğu daha çok örnek verilebilir.

Her inanışta her değerde, göklerin melekûtunun bir kutsiyeti vardır. Öyle ki “farklı annelerden doğan aynı semanın çocuklarıyız” türünden tanımlamaları yapanlar olmuştur. Evlere ve gönüllerin içerisine göğün dolması hep arzulanır. Hava ve atmosfer, dünyayı ve dünyanın müdavimlerinin üzerini kalın bir battaniye gibi örtüp korumaktadır. Yani gökyüzünün, evsizlerin yorganı ve çatısı olmasının değeri yadsınamaz. Bu arada hava, taşıdığı güneş ışığını ve sıcaklığını bir kalorifer gibi canlılara ikram etmektedir. Bir nevi en iyi besleyici olarak görev yapmaktadır. Gaz kokusu, yemek kokusu ve nice kokular, hava içerisinde yolunu alıp insan ve diğer canlılara haberini sunmaktadır. Mesela, Marcel Proust’un on beş ciltlik eseri olan “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” eserini, ıhlamur çayının kokusundan esinlenerek yazdığı söylenir. Öyle ki bu iletme özelliğiyle aynı su döngüsünde olduğu gibi tam bir bellek oluşturulmaktadır. Dağlardaki hava ile birlikte iç içe yaşayan insanın, dingin yaşamıyla hayata ve doğaya karşı mantıklı, barışık olduğunu söyleyenler olmaktadır. Böylelikle bir güneşli, bir yağmurlu, bir öfkeli, bir ağlak olan hava; bir çocuk gibi her daim yüzümüze gülümsemeye devam edecektir.

Hava üzerine çalışan birçok bilim dalı vardır. Bunlardan sadece bir tanesine bakalım. “Biyometeoroloji” meteorolojik şartların canlılar üzerinde etkilerini inceleyen bir bilim dalıdır. Soğuk ve sıcak hava kaynaklı kalp krizi, astım, küf ve polenlerin insanlara etkileri gibi birçok alan ilgi alanındadır. Başka bir ifadeyle hava, birçok etmenler ile beraber direkt insanın ruh sağlığına olumlu ve olumsuz cihetleriyle etki etmektedir. Böylelikle meteorolojik şartlar, insanların beden ve ruh sağlığında önemli bir role sahiptir. Sonuçta sağlık dediğimiz olgu, daha çok diriltici bir soluk olarak önümüzde durmaktadır. Olaya başka bir boyuttan bakacak olursak; her şeyde olduğu gibi fazlasınca zarar, kararında fayda olan kıymettedir hava. Nefesin de fayrap yemişliği her hâlükârda bünyeyi sarsacaktır. Mesela kuşların özgürlük alanı sema, belki de kuşların hapsidir, kim bilir. “Patlıcan mevsiminde insanlar azar” türünden kimi tespitler, söz varlığımıza bile dâhil olmuştur. Havanın sıcaklığı, nemi, rüzgârı, durgunluğu gibi türlü çeşit hali canlılar ve tabii ki insanların ruh sağlığı için önem arz etmektedir. Cahit Zarifoğlu'nun “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir” demesi gibi hava, bir şifa, bir deva kaynağıdır. Başka bir örnek olarak, Arapların güzel bir özdeyişi vardır. “Gök ağlamayınca yer gülmez” şeklindedir. Burada bulutta hem yağışın olmasını hem de gök sema ile yerin etkileşimini anlıyoruz.

“Karbon ayak izi”, “küresel düşünüp yerel hareket etme” gibi günümüzün moda tabirlerini de içine alacak şekilde, elimizi kafamızın arasına koyup düşünmemiz gerekiyor. Her şeyde olduğu gibi havayı da kollamamız gerektiğinin farkında olmalıyız. Maalesef biz üstüne üstlük -dalından koparılmış elmaya sen niye çürüyorsun- demekle meşgulüz. Dostumuz, yoldaşımız havaya, suya, toprağa kısacası dünyamıza yaptığımız tahribatlarla beraber kılıcımızı her zaman sinelerinde tutuyoruz. Bu çektiğimiz kılıç, başımıza daha çok işler açacak gözüküyor maalesef. Velhasıl, havayı daha geniş çerçevede dünyamızı korumayı, kaynaklarımızı bilinçli ve tasarruflu kullanmayı, kişiliklerimizin vazgeçilmezlerinden biri yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

İlkay Coşkun
Kültür Ajanda Dergisi
Sayı 131, Ekim 2024

23 Eylül 2024 Pazartesi

kisve-i tab

kisve-i tab /çağ'agittim_bağ'agittim_ağ'agittim/

https://www.kitapyurdu.com/yazar/ilkay-coskun/208383.html

#ilkaycoskun #vildanpoyrazcoskun #ilkaycoskunkutuphane #kitap #kitapgözü #cenne #tekrarintiryakisizaman #artıuc #ichatlar #kahvebahane #bimola #bilonsa #dusyolcusu #nagmeler #sonsuzlugayuruyus #moriklim #biryüzüesmer

--------------------------------------------------------------

(Mustafa Nurullah Celep) / 24.09.2024

Büyük emek ürünü eserler... Aynı cihette büyük bir yazın tutkusudur bu. Çiledir, göz nurudur. Manen değeri ölçülmez. 

Dinmeyen bir yazınsal enerji ve yolculuk ruhudur. 

Dünyanın mevcut anlamına önemli bir katkı. 

Daimî olsun. 

Kalemi daha gür ve keskin olsun..


19 Eylül 2024 Perşembe

incinir

İncinir

rahmetten bigâne nadandır yola
istikamet şaşar çılga incinir
kendini bilmeyen yaramaz kula
güneş değse bile gölge incinir

taranır her yerde meskûn alanlar
avın arar dağı taşı talanlar
ne hale düşüyor zorda kalanlar
feryattan figandan bölge incinir

bereket kısmet kesilir hal böyle
gül açmaz bülbül de konmaz dal böyle
acı poyraz savrulurken yel böyle
rüzgâr esse dahi dalga incinir

Kimi boş işlerle kafayı yorar
Kimi kafasında hayaller kurar
Kimi de kendine belalar arar
Nasihat eyleyen bilge incinir

İlkay Coşkun
15.06.2020

17 Eylül 2024 Salı

Üç Kafadar

 Üç Kafadar

Kimilerine göre kuş akıllı bilinse de ledûn âleminden üflenmiş gizemli bir hâli yaşıyor olmalıydı. ‘İnsan ki alası içinde, hayvan ki alası dışında’dır sonuçta. Zaman zaman gelen geçene taş, kezzek fırlatması olmasa zararsız biri diyebiliriz. Bu taş atma hariç, akıl dizginini elinden bırakmadığını söyleyebiliriz. Bu olay sonrası, bir gölge dibinde pel pel bakarak kendi kendine konuşurken ve bazen de kavga ederken bulabilirsiniz Deli Kemal’i. Bazıları da Veli Kemal olarak tanımlayan olmaktadır. Kemal’deki bu taş fırlatma hâlinin gençliğinin ilk yıllarında nüksetmeye başladığı söylenmekte. Karşılık bulamadığı sevdasından sonra bu hâle büründüğü söylenir. Sevdasına açılan kapı Yasemin’dir. Yaş on yedi demeden can kuşunu erkenden uçuran Yasemin’in hüznüdür bir taraftan yaşadığı. Mecnun’u Mecnun yapan daha da çok Leyla’ya kavuşamama hâli, divane olma hâli değil midir?

Özellikle çocukların yaramazlık yaptığını düşünür. Yerden aldığı taş ve kezzek parçalarını çocuklara fırlatır. Yel yepelek, yelken kürek söylenerek bir köşeye çekilir. Bu durumda, yüzünde hiç gülümseme tutmayan ebeveyn despotluğunu taşımaktadır. Ama zaman zaman cennetteki yerini görmüş gibi güldüğünü görenler de olmuştur. Gerçi bu taş fırlatmalarından doğru dürüst sakatlanan bir çocuk da olmamıştır. Yolda belde Kemal’i gören çocukların, birbirine “Deli Kemal geliyor” diyerek kendilerini sağlama aldıkları olurdu. Bu kızgınlık hâli belki de ayda bir nüksederdi. Bundan mütevellit, ailesi de hiç evlendirme çabasına düşmemişti. Köyde arkadaşı da yok değildir hani Kemal’in. Lakaplarıyla münhasır iki samimi arkadaşı vardır. Birisi Kurtağzı Osman diğeri de Hallice Kazım’dır. Kemal’in müdanasız ölçü bilmezliğinin yanında Kurtağzı Osman’ın ısrarı ve durmazlığı gırladır. Bu iki arkadaşı ancak Kemal’in sinirli hâlini teskin edebilmektedirler. Bir nevi Kemal’in kızgınlığını, sinirini bir nihale gibi alabilmektedirler. Konuşup anlaşabilmektedirler. Kurtağzı Osman, kışın köye inen kurtları kovalaması ve üzerlerine yürüme cesaretinde bulunması dolayısı ile bu ön ismi aldığı söylenir. Yirmili yaşlarında göbeği yıldız görmemiş bir yiğit olduğunu da söyleyenler olmaktadır. Çocuklarla çatışması ve kavgaları nedeniyle köyün ileri gelenlerinin kızmaları da olurdu Kemal’e. ‘Yapma’ diyenlere karşı, Erzurumlu İsmail Hakkı Hazretlerinin “Harabet ehlini hor görme Zakir / defineye malik viraneler var” sözünü nereden öğrendiyse ikide bir tekrarlayarak, bir nevi karşısındaki insanın sinirini teskin eder ve kendince gardını alırdı.

Kurtağzı Osman ise bir dönem, akşamları eve dönmeyen büyükbaş hayvanları kurt yemesin diye, cep bıçağını açıp dualar ederdi. Ve bıçağın ağzını kapatırdı. Ayrıca hastalara yel ipliği düğümlerdi. Yaptığı dualar pek tutmadığı için dua yaptıranlar da kalmamıştı ama isminin önünde lakap olarak Kurtağzı kalmıştı. Kurtağzı Osman, bir taraftan da köy imamının yanında müezzinlik yapmaktaydı. Arada bir de imamın müsaade ettiği kadarıyla ezan okurdu. Kurtağzı Osman hep bunları İmam Efendi’nin gözetiminde yapardı. Geçmiş zamanlarda İmam Efendi’nin köyde olmadığı bir zamanda, sabah namazı öncesi cami hoparlöründen yarım saate varıncaya kadar vaaz etmeyi kendisine iş edinmişti. İlk baştan köylüler buna şaşkınlıkla pek bir anlam verememişler lakin daha sonra sohrananlar çıkmaya başlamıştı. Sabahın erken saatinde uyanan köylülerde -ne oluyoruz- mahmurluğu peydahlanmaya başlamıştı. Bundandır ki İmam Efendi cami anahtarını köşe bucak saklardı Osman’dan. Kurtağzı Osman’ın bundan başka cabaları da vardı. Ayda bir defa köyden yakaladığı birkaç çocuğu yanına alır, yüz-yüz elli haneli köyde kapı kapı birlikte dolaşırdı. Osman, kapının biraz uzağında durur, çocuğa bellettiği “Televizyon izlemek günahtır, izlemeyin” sözünü söylettirirdi. Her zaman bu uyarıyı alan köylü bu duruma alışmıştı. Kimisi kızar çocuğa, kimisi de ‘tamam’ diyerek çocuğu gerisin geri gönderirdi. Kimi köylüler de Osman’la konuşmak istediklerinde Osman uzaktan; “İçine televizyon kaçmış insanı dünya berbad eder” klişeleşmiş sözünü tekrarlardı. Çocuklar da aldıkları şeker ödülleriyle mutlu olurlardı sadece.

Hallice Kazım ise tembelliği ve vurdumduymazlığı ile nam salmış birisiydi. Hallice Kazım, iki tutam ot için yara düşmüş tembelliktedir. Üç arkadaşın da kırklı yaşlarda olması ve evlenememeleri, bunları bir araya getirmiş olmalıydı. Tembelliğiyle maruf Hallice Kazım’ın beceri yönlerinin olmasına rağmen, bir baltaya sap olmamak için büyük gayret göstermekteydi adeta. Gelin olup da el öpmeği öğrenemeyenlerden olmalıydı. Müzmin tembeller sınıfının başkanlığını yapacak takati dahi olmayanlardan... Belki de hayattaki tek bitinin kanlandığı hadise, diğer arkadaşlarından habersiz Yasemin’e platonik olarak âşık olmasıydı. Hallice Kazım, hayatın daha çok geçici ve boş olduğuna inanırdı. Yaşamayı sadece dokunaklı bir hikâye olarak görenlerdendi, desek yeridir.

Kim bilir belki de bu üç kafadar hayatın ne bir düğün ne bir yas, sadece bir iş günü olduğunu evvelinden öğrenmiş olmalıydılar. Belki de hayatın yük olmadığını gördüler de bu ağır yükü hiç taşımaya yeltenmediler. Üçünün dostluğu saçlarına göre tarak olmuştur belki de. Bundan kelli bin bir mihnet ve yaşam kavgasından beriydiler. Üç arkadaşın hikâyesi takıntıları, aldığı yaralar ve birbirini anlamanın teşmil gücünde saklıydı. Ya da bu üç arkadaşın aynı kıza âşık olmalarından doğan yara ve anıların memelerinden beslendikleriyle kalmalarıydı. Kalbe odaklı ve içe dönük bir arkadaşlık merkezinde yaşadıklarıyla…

İlkay Coşkun
Hayal Bilgisi Dergisi
Eylül Ekim Kasım 2024, sayı 54